Ahmet AY
Bir tutunma biçimi olarak yazmak
"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf, Günlük'ten...
Yazmak biraz da tutunmak gibi. Nasıl ve neden bu kadar sık yazdığıma dair sorulara böyle cevap verebilirim. Çoğu zaman yaptığım insanlara ikrammış gibi söyleniyor. (Hem nefsim de bunu söylüyor ve söylenmesini seviyor.) Halbuki hayır. İkram etmek niyetinde değilim. Aç olan bizzat kendimim. Ve o açlığın doyması, o boşluğun dolması için yazıyorum. "Çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi." Yazarken aklıma gelmiyorsunuz. Fakat o yazıyı paylaşırken hatırlıyorum. Paylaşmak keyif veriyor. Paylaşmak umum peygamberlerin insanlığa bıraktığı en eski mirastır.
Allah bir vesile/sebep kullanmak murad ederse, o sebep bunu arzu ettiğini sanır. Eğer böylesine 'güzel şeyleri paylaşma' arzusu ile dolu olmasalar, peygamberler, öylesine zor bir görevi nasıl yerine getirebilirlerdi? Onlar peygamberdiler çünkü paylaşmayı en çok onlar seviyorlardı. Paylaşmanın tadı zordan zor olan nübüvveti onlar için en uğraşılası birşey haline getiriyordu belki. Celalli bir peygamber olabilir (Hz. Musa aleyhisselam gibi), cemali baskın bir karakteri olabilir (Hz. Harun aleyhisselam gibi); ama mert olmayan, cö-mert olmayan peygamber olamaz. Şunun da altını çizeyim: Paylaşımcılık derken öyle yılda bir kere zekat vermek gibi değil; bir ahlak, bir 'gayrısı düşünülemez' olarak paylaşmayı kastediyorum. Zira Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın yanındaki biriyle paylaşmadan ağzına lokma koymayı sevmediği naklediliyor. Yani bu onun için mecburiyet değil. Salt bir görev değil. Bir 'zaten olması gereken' gibi. Gayrısı düşünülemez gibi.
Yazmakla aramdaki ilişki en fazla 'iktiran' olabilir ki, bununla yüzleşilmesi doğru birşeydir. Acz ve fakr mesleğini eğer kainata hep 'alan el' gözüyle bakmak olarak resmediyorsam, varlığa bakışımı da Bediüzzaman gibi 'iktiran' eksenli kılmalıyım. Bu bir kurgu değildir üstelik. Hakikatin kendisidir. "Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler." Hepimiz yaratılma eşitiyiz. Orwell'ın Hayvan Çiftliği'nde dokundurduğu gibi değil düzen: "Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar daha fazla eşittir."
"Önce ben, sonra benim sayemde sen, sonra senin sayende o..." değil. Ezel denilen manzara-yı âlâ'da bu noktada da bir mesafe yok aramızda. Zamanı yaratan, dolayısıyla onun sınırlamalarından münezzeh olan Allah, bizi böyle görmüyor. Hepimiz bir an gibiyiz onun nazar-ı âlâsında belki. Bütün 'ol'larımızla bir "Ol!" gibiyiz. Öncelik/sonralık, uzunluk/kısalık, nedenlik/sonuçluk hep bizim icadımız. Ne biliyorsun? Belki de bu yazıyı sen okuyasın diye yazmadım. Belki de okuyacaksın diye Allah bana bu yazıyı yazdırdı. Son olan ilktir belki. Ne biliyorsun? Necip Fazıl merhumun da Allah Resulü aleyhissalatuvesselam hakkındaki bir şiirinde işaret ettiği gibi: "Son Peygamber, son Peygamber!/İlk olunca sona geldi." Tasavvufta sıkça rastladığımız ve Risale-i Nur'da da ifadesini gördüğümüz 'hakikat-i Muhammediye' böyle birşey değil mi? Başın sona, sonun başa gelmesi. Bir 'levlake levlak' sırrı.
Bediüzzaman'ın eserleri hakkında 'yazdırıldı' ifadesini sık kullanmasını biraz da böyle anlamak gerek. Yine acz ve fakr mesleği ile irtibatlı. Yine 'alan el' olma durumu. Yani "Bunları yazarak ben size birşey bağışlamadım, belki sizin okumaya açlığınız bende bunların yaratılması sebebidir" demek biraz dünyaya.
"Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur'un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: 'Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?' Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz."
Mahlukatın birbiriyle ilişkisi illetlik ilişkisi değildir. İktiran ilişkisidir. Bunu ben çözsem bendeki kibri öldürür. Başkalarına duyulan gereksiz minnettarlığa son verir. Dengemizi buluruz. Çünkü kibir de, tabasbus da, gurur da bizim eşya arasında kurguladığımız öncelik/sonralık, nedenlik/sonuçluk mizanseninden beslenir. Şimdi bana ilginç gelen birşeyi de diyeceğim Firavun ve kavmi hakkında. Kur'an-ı Hakîm onları birbirine zıt gelebilecek iki şekilde birden anıyor.
Birincisini Zuhruf'ta buldum: "Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler..." İkincisi Mü'minûn'da; "Firavun'a ve ileri gelenlerine de (gönderdik). Onlar ise kibire kapıldılar ve ululuk taslayan bir kavim oldular." Demek 'kibir' ve 'boyun eğiş' aslında çok da birbirinden uzak şeyler değiller. Firavun'un kavmine boyun eğdiren Firavun'a duydukları muhabbet değildir. Diğer kavimlere üstün olmanın kem hazzıdır. Neden/sonuç ilişkisinde 'neden' tarafında kendini öncelemektir. İktirana mazhar olan değil, ikram edici olmaktır. Alan el değil veren el olmaktır.
Bugün "Ne mutlu (...) diyene!" diyenlerin asl-ı siretinde bundan başka ne var? Firavun'un kavmine sözde ilahlığı ile lütfettiği İsrailoğulları üzerinde küçük birer firavuncuk olma imkanıdır. Kendisi firavuncuk olmak isteyen elbette başka bir Firavun'un kulu olmaya katlanır. Fetullah Gülen'in de cemaatine itaatleri karşılığında bahşettiği 'ahirzamanın seçilmiş cemaati olma' imkanı değil miydi? Ve yine bugün modernist taifenin indirilmiş din/uydurulmuş din muhabbeti üzerinden kendi müntesiplerine bahşettikleri ehl-i sünnet ve'l-cemaat üzerinde birer firavuncuk olabilme imkanı değil midir?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.