Mustafa H.KURT
Buzdağı ve Güneş
Mesele mühimdi.
Geçtiğimiz günlerde, Bediüzzaman Said Nursi’nin Hz.Peygamber aleyhisselatü vesselam’a dek uzandığı söylenen bir soy ağacı ilan edildi malum. Olay, pek çok müminin şimdiye dek belgesiz bir şekilde zaten inandığı-kabul ettiği bir durumun, belgelerle de tescillenmesi haliydi, ne âla.
Bediüzzaman’ın Ehl-i Beyt’e belgelerle izafesinde, muarız ve farklı niyetli odaklar haricinde, sanırım hiç kimse için bir sorun ya da rahatsızlık vesilesi yoktu zaten.
Bu yüzden de sorunu “Bediüzzaman’ın seyyidliğinden rahatsızlık duyuluyor!” şeklinde yansıtmak, eğer kasıt yoksa, sorunun farkına varamamış olmak demekti aynı zamanda.
Çünkü sorun, nesebi Ehl-i Beyt’e dayandırılan herkesi bu vesileyle günümüzde dahi ırk olarak Arap kabul eden tasavvurda ve bunun müminler hakkındaki muhtemel tehlikelerindeydi.
Yani ırkların, neseplerin ve özellikle de Ehl-i Beyt gibi neredeyse tüm İslam coğrafyasına yayılmış bir sülalenin torunlarının; geçen on üç-on dört asırda gerek anne-gerekse de baba taraflarından gelen neseplerle hala Arap kaldıklarını iddia eden anlayışta ve bunun palazlandıracağı Türk/Kürt milliyetçi fitnelerindeydi sorun.
Oysa bir okuyucunun da dikkat çektiği üzere, bir babanın (örneğin Hz. İbrahim aleyhisselam’ın) iki oğlundan (yani Hz.İshak ve Hz.İsmail aleyhimüsselam’dan) geldikleri kesin olan iki torunun (Hz.İsa aleyhisselam ile Hz.Peygamber aleyhisselatü vesselam’ın), tarihi süreç sonunda birbirinden farklı kavimlerden (yani Yahudi-İsrailoğulları ve Arap), olabildikleri gibi örnekler ortada dururken; başlangıçta neseben Arap kabul ettiğimiz Ehl-i Beyt’ten gelen torunların da, benzer bir durumla bugün başka başka milletlere mensup olabileceklerini kabule bir türlü yanaşamayan bir zihniyetti bu aynı zamanda. Hem de Hz.Peygamber’in Hz. İbrahim’e dek uzanan baba tarafından gelen soy ağacı hemen tüm Siyer kitaplarında mevcutken... (Son devirlerdeki Seyyidliğin Arap olmak anlamına gelip-gelemeyeceğiyle ilgili görüş hakkında "Ehl-i Beyt'in milliyeti" başlıklı yazımıza bakılabilir.)
Ve belki de bundan daha vahimi ise, “Seyyid Bediüzzaman’ın” nesebinin on üç asır sonra hala Arap kalmış olduğunu sanan/savunan bu anlayışa itiraz eden (ve elbette ki doğru veya yanlış olabilecek) görüşleri, genellemeci bir veballe art niyete bağlama tercihindeki yaklaşımdaydı. Ve de bu konuyla ilgili pek çok yorumda-yazıda da görülebileceği üzere, yaklaşan bir fitne, bahsi geçen itirazları “fark edildiğine inanılan bir hakikatin duyurulmasına-bir yanlışın ikazı çabasına” değil de, neredeyse buna kalkışanların ‘dalaletlerine’ ya da toptan ‘kavmiyetçiliklerine’ verme eğilimi şeklinde göstermekteydi kendisini!.
Öncelikli taraflarını, “Bediüzzaman’ın Kürtlüğünü muhafaza çabası” ile, “neseben Kürt olarak da Seyyid olunabileceğini” kabul momentine henüz gelemeyen, çoğunlukla “nesepçi” iki zihniyetin oluşturduğu bir anlaşmazlıktı kısacası bu.
Ne var ki, her iki tarafın da milliyetçi reflekslerinin farkında ve bu anlaşmazlığın yeni-büyük yarılmalara sebebiyet verecek bir fitne olmasından çekinen bir tarafı daha bulunmaktaydı ‘meselenin’.
Ki bu söz konusu taraf, Bediüzzaman’ın “Kürdîliğiyle”, Seyyidliğiyle ve telifat dilleriyle Kürtleri, Arapları ve Türkleri toplayabilen kimliği yanında; Hüseynîliği ve Hasanîliği vesilesiyle, Şia’yı ve Ehl-i Sünneti bile kuşatan hitabına bir tescil daha geldiğine inanmaktaydı. O’nun, eserleri gibi “Arap abasını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürt” olarak izhar ettiği portresinde, “Cevşen-ül Kebîr’i” hep ‘elinde tutmasının’ bir hikmetinin dahi şimdi ortaya çıkmaya başladığını düşünen işte bu taraf; bütün bunlardan dolayı Bediüzzaman’ın bu ‘kanatlarından’ hiç birinin red ve inkarına razı gelemeyen bir taraftı aynı zamanda da.
Fakat bu tarafta olmak yetmiyor, Bediüzzaman’ı Seyyidliğiyle birlikte Kürt de görme nedeni, eğer bunu söyleyen bir Kürt mümin ise genel bir zihniyetçe ‘Kürtçülüğe’ verilebilmekteydi hemen. Ve bu yolla da, mudakkik olamayan her nazar bu iğfalin bir kurbanı olabilmekte, aktarılmayı umulan merama dikkatinse önü kesilebilmekteydi!
İşte tam da bu nedenle, fikir ve istişare dünyamız bu meselede bir tarafın daha – hem de ‘başrol’ ağırlığıyla- sahnede daha iyi yer almasına ihtiyaç duymaktaydı. Kısacası söz, bu ‘buzdağı’ karşısındaki sorumluluğunun farkında ama ‘Kürtçü’ olamayacak ehl-i insaf Türk müminlerde olmalıydı belki daha çok!. Böylelikle bu peşin yargı-peşin hüküm gadri peşinen atlatmış olacaklardı en azından.
Evet, mesele mühimdi. Zira son devirlerdeki Seyyidliğin de Arap olmak anlamına geldiğini sayan anlayış ‘ana gövdece’ bir gün kat’î bir hüküm haline getirildiğinde, bu, söz konusu durumun neden olacağı muhtemel fitnelerin hem Türkiye, hem Alem-i İslam, hem de insanlık için –maazallah- şimdikinden çok daha muzır ve kavî bir hal alacağı anlamına da gelmekteydi.
Öyleyse, bu konuda karşılaşılacak muhtemel haksızlıkları belki Öteler’e bırakmalı ve “Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!.” diyerek, ittihadın bu belki de son ve en büyük Güneş’inin nice nazarlarda ‘karartılması’ ihtimaline elden geldiğince dikkat kesilmeliydi!.
Ne de olsa hüküm, “yaptıklarımız kadar, yapmadıklarımızdan da hesaba çekileceğimiz” O gün’ün Sahibi ve her zaman için en iyi Hâkim olan Hakk Teâla’nındı muhakkak...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.