Metin KARABAŞOĞLU
Çanakkale geçildi!
Her yılın 18 Mart günü, bu toprakların kollektif hâfızası, 18 Mart 1915’te Çanakkale’de yaşanan büyük mücahedeyi bir kez daha tazeler. Bir kez daha, Çanakkale’de o gün nasıl bir destan yazıldığı, nice gencecik insanın bir cihad şuuruyla ölüme doğru yol alıp şehadeti tattığı hamasî bir üslupla anlatılır. Bir kez daha, Mehmed Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” ithaf ettiği o şiiri ya okur veya dinler nice insan. Bir kez daha hatırlanır ki, “Çanakkale geçilmez.”
Ve bütün bunlar olurken, kollektif hâfızaların başına sıklıkla gelen bir hata da tekrarlanır. 18 Mart, bir kez daha, öncesinden ve sonrasından bağımsız surette ele alınır ve yalnızca ‘o an’a, ‘o gün’e odaklanılır. Zamanın iki süper gücü İslâm topraklarına yönelik Batılı ihtirasın iki sembol devleti İngiltere ve Fransa, neredeyse bütün sömürgelerinden de zorla alıp getirdikleri devasa bir orduyla; üstelik İtalya ve Rusya gibi başkaca müttefiklerinden de bir parça destek alarak o gün Çanakkale’yi aşmak üzere çok büyük bir harekat başlatmış; ama onbinlerce şehide bedel de olsa, bu harekat başarıya ulaşmamıştır. Bu milletin evladının Amerikan veya İngiliz bakış açısından çekilmiş İkinci Dünya Savaşı filmleri izleye izleye bir büyük kahraman olarak zihnine nakşettiği Winston Churchill’in aylar öncesinden planlayıp kurguladığı Çanakkale’yi aşıp İstanbul’a ulaşma amacı 18 Mart 1915 günü gerçekleşmediği gibi, İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar vermiştir.
Ortada, sadece o gün itibarıyla bakılırsa, bir büyük direniş destanı sözkonusudur. Sadece o güne ve o gün orada gerçekleşen direniş olmasa idi ardından yaşanacaklara dair o gün akılda tutulan endişelere bakılırsa, Mehmed Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” şiirini niye yazdığı da anlaşılır.
Ama yine de, “Bedr’in aslanları ancak o kadar şanlı idi” haddi aşmış bir şair sözü niteliğindedir. “Şark’ın en sevgili sultanı Salahaddin’i / Kılıçaslan gibi ecdadına ettin hayran” ifadesi yine de iman kardeşliğinin adabına yakışır bir ifade değildir. “Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” ifadesi de, hem sömürge halklardan insanların asker olarak sömürgeci tarafından Çanakkale’ye zorla getirildikleri hesaba katılırsa vicdanın kabul edeceği bir ifade olmadığı gibi, ‘ırkçı’ çağrışımları itibarıyla da kabul edilir cinsten ifadeler değildir.
Fakat 18 Mart günü gözden ırak düşen asıl husus, yine de, o gün tekrarlanan hamasî söylem ve bunun en çarpıcı örneği olarak Âkif’in şiirindeki bu zayıflıklar değildir.
18 Mart günü gözden ırak düşen asıl husus, 18 Mart’ın öncesi ve sonrasıdır. 18 Mart’a nasıl gelinmiştir? 18 Mart 1915’ten sonra neler olmuştur?
Her sene 18 Mart günü sorulmayan, öğrenilmeyen, öğretilmeyen husus budur.
18 Mart 1915’i hatırlaması istenen kollektif hâfızanın 18 Mart’ın öncesini ve sonrasını da gereğince bilmesine ne devletlûlar arzuludur, ne de “Çanakkale” edebiyatçılarının bu yönde bir çalışmaları vardır.
Akif’ten şiir, ‘kınalı kuzular’dan birkaç mektup, etkinliği hazırlayanın ideolojik duruşuna göre Nutuk’tan birkaç paragraf veya başkaca kaynaklardan birkaç hatıra, belki bir Çanakkale türküsü, coşkulu bir konferans...
Çocukluğumdan beri değişmeyen bu ’18 Mart’ standardı içinde bırakalım cevabını vermeyi, bir türlü sorulmayan, sorulamayan sorudur: 18 Mart’a nasıl gelinmiştir? 18 Mart 1915’ten sonra neler olmuştur?
Halbuki bu sorulardan ilki sorulabilse, devlet yönetmeye kalkan askerlerin ordunun da, devletin de, milletin de başına ne büyük bir bela açtıkları görülebilecek; 18 Mart 1915 günü üzerine yapılacak konuşmalar militarizmi, devletçiliği ve milliyetçiliği besleyip yeniden üretmeye hizmet edecek yerde, bambaşka bir mecrada ilerleyecektir.
Bu soru sorulabilse, ‘öldürmenin politikası’nı yapanları kutsayan yüzyıllık gelenek bozulacak, ‘yaşatmanın politikası’na kafa yoran devlet adamlarına sahip olma gereği anlaşılacaktır.
Bu soru sorulabilse, 1876’dan sonra 1908’de ikinci defa demokrasiyle tanışma imkânı yaşamış bir toplumda birbiri ardısıra gelişen darbelerle illegal surette devleti ele geçiren bir oligarşik yapının ‘ben yaptım oldu’ rahatlığı içerisinde nasıl Osmanlı’nın sonunu getirdiği; nasıl dünya hakimiyeti için mücadele eden iki eksenden birine karşı mücadele ederken ülkesini ötekinin kucağına düşürdüğü; durduk yerde Goben ve Breslau’yu Yavuz ve Midilli haline getirmenin ne gibi zincirleme yanlışlara yol açtığı sorgulanır hale gelecektir.
Bu soru sorulabilse, ‘küffar’a karşı ölümüne cepheye sürülen onbinlerce gencecik insanın cepheye sürülmesi emrinin en üst noktalarında kimlerin yer aldığı da görülecek; meselâ Liman von Sanders’in ve Alman subayların orada ne işinin olduğu, nasıl ve neden oraya geldikleri sorulacak; Çanakkale’ye ‘nâmahrem eli’nin zaten değdiği, sadece bu ‘nâmahrem’lerden Almanların mı, İngiliz ve Fransızların mı galebe çalacağı üzerinde işin düğümlendiği de görülebilecektir.
Elbette, bütün bu hususlar da dikkate alınarak 18 Mart 1915 günü o büyük direnişte şehit olan gençlerin hayatlarına bir kez daha dönüp bakılacak; başka bir siyaset anlayışı, başka bir zihniyet, başka bir idrak ile o gençlerin o gün orada ölmeye mahkum ve mecbur olmayabileceği de anlaşılacaktır. O gün orada ölenler elbette şehittir; ama onlar, başka bir anlayış ve idrak devleti yönetenlerde olsa idi yaşamaları pekâlâ mümkün olduğu halde ölüme yollanmışlardır.
Ve 18 Mart 1915’ten sonrasına dair soru da sorulabilse, bütün bir yakın tarihin ‘olanı biteni ‘olduğu gibi’ mi yazdığı, yoksa karşımızda kurguyla gerçeğin içiçe karıştığı bir ‘tarihyazımı’nın mı sözkonusu olduğu zihnimiz pek de zorlanmadan anlaşılabilecektir.
“Çanakkale geçilmez” idiyse ve o gün o büyük direniş bu yüzden yaşanmış ise, 13 Kasım 1918’te İngilizlerin ve Fransızların hem Çanakkale, hem de İstanbul Boğazı’na hâkim olmaları neyin nesidir? İkinci Dünya Savaşının ‘sonucu’ olarak karşımıza çıkıveren bu durumun sorumlusu kimlerdir? Bu iş ‘emperyalist dış güçler’ izahıyla, ‘yedi düvel’ üslubuyla, ‘küffar’ söylemiyle geçiştirilebilir nitelikte midir? İngiltere’nin, Fransa’nın Osmanlı-İslâm topraklarına yönelik emeli ortada iken akıl almaz stratejik hatalarla ülkeyi savaşa sokanlar ve sonrasında bu savaşı sevk ve idare edemeyenler bu sonuçtan hiç de sorumlu değiller midir?
Ve eğer “Çanakkale geçilmez” idiyse, hem Birinci Dünya Savaşı’nın ardından başımıza düşen Mondros’un ve Sevr’in üstesinden gelmeyi de başarmış idiysek, Lozan’da Türkiye heyeti masanın galipler tarafında mı yer almıştır?
Ve eğer öyle idiyse, bu anlaşma dahilinde imzalanan Boğazlar Sözleşmesiyle, her iki Boğaz’ın denetimi neden Milletlerarası Boğazlar Komisyonu’na bırakılmıştır da, her iki Boğaz’ın Türkiye devletinin denetimine geçmesi için 1936 Montreux Anlaşmasına kadar beklemek gerekmiştir?
Görüldüğü gibi, tarihe bir güne odaklanarak değil, bir dönem çok farklı unsurları ve ihtimalleri beraberce gözönüne alınarak bakıldığında, bambaşka bir tablo çıkıyor karşımıza.
Sözün kısası; “Çanakkale destanı” üzerine çok söylendi, ama hep aynı şeyler söylendi. Halbuki, görüldüğü gibi, daha sorulacak çok soru, söylenecek çok şey var ki, belki bugünün bazı onulmaz dertlerine de deva olmak üzere öylece ortada duruyor.
‘Yaşatmanın politikası’ üzerine odaklanan zihinlere selam olsun!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.