M. Nuri BİNGÖL
Çığlığı afakta yankılanmayan yazarın boşuna yorulma meselesi ve devlet!
Eskiler ne güzel söylemişler: Geçmiş zaman olur ki hayâli Cihan değer.
Mısra, mübalağa sanatıyla olsa da bir hakikatı izah ettiğinden mühim. Mazide kalan günlerde, bugüne ve meselelerine pencere açan öyle müstakim dersler vardır ki dünya malından bile değerlidir bunlar.
Hayalim bir an gerilere kaydı meseleyi düşünürken. Mesele nedir derseniz, apaçık. En büyük meselelerimizden biri, belağat. Yani tebliğ ederken beliğ olamayışımız yüzünden düştüğümüz handikaplar.
Sene 1982... Bahar yaşadığım şehrin parklarına, kırlarına, korularına, mesire yerlerine ve o zaman- şehrin en yeşil mekânları cami avlularına baskın vermiştir. Her taraf iğde kokarken, erguvan ağaçlarının rengi gözlerimi almakta. Çok denememde erguvan kelimesini kullanışımın asıl saiki belki de o günlerdir, bunu bilemem.
Hocam Kaplanın tavsiyesiyle yaptığım okul bitirme tezinin nihayetine güzel ve mânalı bir düğüm atmak için Rahmetlik Buğra ile telefonda randevulaşmış, verdiği adrese gidiyorum. Sahafların o adı gibi sahife kokan iklimini geride bırakıp, civardaki yayınevine girmiş ve şu ifadelerin de bulunduğu röportajı yapmıştım.
Nerede doğdun, nerede okudun, kaç fakültede okudun, bunlar hep bilinen şeylerdir. Şunu söyleyeyim; benim hayatımın özeti 1938le 1950 yılları arasıdır. İsteyen serserilik yılları desin, ben ona kendimi arayış diyorum.
O yıllarda ben kendimi aradım ve buldum. Çok şükür buldum. Fakültelerden kopuşum bu yüzdendir, politikadan kaçışım bu yüzdendir, bana serilen imkânlardan kaçışım bu yüzdendir; sırf kendimi kurtarayım, kendimle kalayım, bana kimse yol göstermesin, yapmak istediğimi engellemesin, yapmak istemediğime zorlamasın diyedir bu kaçışlar. Ben hayatımı bu şekilde özetliyorum.
Bir gün bana bir zat, çok önemli ve kuvvetli bir zat: Tarık Bey, siz istemesini bilmiyorsunuz. dedi. Yakındır bu olay. -Yooo, ben isteyebilirim, dedim; istemesini iyi bilirim. Ama kaybolmasın diye çırpınacağım şeyi istemem ben, dedim. Anlatabildim mi?
Bir ödül için kendini satan adam yazar değil, insan bile olamaz. İnsan olmadan da yazar olunmaz. Bağımsızlık lazım. Sıradan bir insan değildir yazar. Bunu politikacılar kabul etmez. Politika uydusu yazarlar kabul etmez, fıkra yazarları kabul etmez, eleştirmeciler kabul etmezler bunu... Ama, gerçek yazar sıradan bir insan değildir. Ona ihtiyacı vardır toplumun. Bu ihtiyacı duyan toplum yükselir. Bu ihtiyacı karşılayan insan kazanır. (Bingöl M. Nuri, Tarık Buğranın Romanlarını Bir Tahlil Denemesi, İ.Ü. Bitirme Tezi, no:18976; Türk Edebiyatı Dergisi, 1986, Kasım sayısı; Tarık Buğrayla Söyleşiler, Mehmet Tekin, Çizgi yayınevi...)
Bu iktibası şu yüzden yaptım: Ne adına olursa olsun, eğer karşıya okuyacak bir nesne ya da metin- sunmak istiyorsanız, onu belağatın kaideleri içinde kalarak takdim edeceksiniz. Hitap ettiğimiz kitle eğer insansa ki o nevden ayrı bir okuyucu taifesi yoktur!- o marifeti takdim ederken, en lüzümlu yola süluk edeceksiniz. Bunu yaptıktan sonra, belki bizi kimse dinlemiyor gibi bir şikayetin ya da bahanenin- bir mânası belki olur.
İnsanı unutmayalım, gözden ırak tutmayalım. Onu ve onları görmezlikten gelmek, hatta gayya-yı ademe yuvarlamak, şimdiye kadar kime ne kazandırdı? Birilerine ödül belki, at gözlüğü takan belli bir zümrenin yanında şan ve şöhret? O da mümkün. Ya sonra?..
İnsan unutulur ve gözden ırak tutulursa inanınız- her şey olur? Pek çok husus takla atmaya, belki de perende atmaya kalkar.
Hani Rahmetlik Necip Fazılın dediği var ya. Hazrete soruyorlar; Ayağa kalk Sakarya dediniz. Bunu anlayan oldu mu? Evet, biri anladı ve dinledi. Ama ayağa değil, amuda kalktı o da...
Aslında kedi iken kendini aslan gibi göstermeye kalkan her edip, insanı ve onların beşeri zaaflarını, beşeri yönlerini es geçiyor demektir. Yazdıklarınızı kime okutacaksınız peki? Hiç kaale almadığınız insanlara mı?
Böylesi bir hal neyi mi doğurur? Bildirilerin adı makale olur, sloganların adı başyazı... İnsan görmezlikten gelinirse roman ise destandan ayrılmayan bir ucube olur? Uzun propaganda konuşmaları, tiratları, sefalet ya da esatir sahneleri, üç beş hissi söz, bir kaç tumturaklı nutuk el ele tutuşup roman diye önümüze sürülür, yeni tabirle dayatılır.
Kusura kalınmasın ama demeden de olmayacak. Bir metin tahlilci hele bu metin usuliddin kaideleriyle mâna verilmesi şart olan dini, imani bir metinse- ya da yorumcu, eğer ele aldığı mevzuyu sadece, - la teşbih, yağsız tuzsuz pilav misali- bir üslupla işlerse, hakikata ya da o ilhami esere karşı iri bir kabahat işlemiş, ona karşı, görülmesine mani olan kalın bir perde çekmiş olur. O perdeyi sıyırabilecek bir muharrik fikri bekle bekleyebilirsen?.. Yok eğer ben bildiğimi ya da anladığımı- derim, üst yanına karışmam- o Allahın vazifesidir. denirse, tevekkül hakikatının da aksi istikametini tutturmuş oluruz; dun-himmetliler sınıfına adım atarız.
Bazıları eğer bunu gereksiz buluyorsa, Üstadımız (Rah)nın pek çok ifadesinden tek birine bakmamız gerekecek demektir.
kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye'yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitabda en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim. Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum. Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim. Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi. Fakat ey kari'! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!.. ( Sözler, 693)
Fakat ey kari'! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! tabiri bence- anahtar cümledir. Ama bir tesbitimi de diyeyim ki bu ifadeleri Hazret, o yüksek tevazuundan demiş olsa gerek. Çünkü hem bu girişten sonraki Lemaat eserinde, hem de Nur Külliyatının bütününde öyle üsluplar kullanmıştır ki, Risalelerin neden bu kadar çok okuyucu bulmasının sebeplerinden birini daha açıklıyor.
Ettekrarü ahsen... sırrıyla yine diyeceğiz. Bazılarınca münevver diye bakılan bir ehl-i kalem, mevzuyu tek yönlü ve at gözlüğü takmış bir mantıkla akl-ı selimle değil- ele alacaksa , bir şeyler karalamasına ya d meydana düşmesine bir gerek kalmaz; kendi hayali arkadaşı ile geçinip gitmesi daha yeğ tutulur; hiç olmazsa başkasına fikren ve itikaden insnç yönünden- bir zararı dokunmaz. Hem daha kolayı var! Ele aldığı mevzu ile alakalı eser isimlerini, sayfa numaralarını verirsin, olur biter! Nasılsa çok insanın evinde Külliyat vardır, satırlara bakarak seslendirmek de mest edici bir haldir.
Hani Üstad Hazretlerinin güzel ve hikmetli bir beyanı var: Müştebih ağaçları gösteren semereleridir. ( Münazarat)
Semereler kelimesini sadece dünyada bırakılan eserler, yapılan maddi çalışma ve hizmetler, kitaplık çapta eserler ya da türlü neşir vasıtalarında neşrettirilen pare pare edebi çalışmalar şeklinde anlamıyorum. Bu mevzuya parmak basışım da ona-buna cevap bulmada atalete benzer bir bezginliğimin olmasından elbet.
Hadis bilenlerce- meşhurdur; mâna olarak böyle- Hadis-i Bilmana: Mümin bir yılan deliğinden iki defa ısırılmayan bir insandır.
Seneler ve senelerce, hatta on yıllarca belli bir metne bakıp da, Üstad Hazretlerinin Barladaki hizmetinin kıyısına bile varamamak, okunduğu varsayılan o metnin doğru ve isabetli anlaşılmadığının en büyük alametidir.- İhlassızlığı bir yana atalım hele...
Çünki yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada sizinle yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garib, yarım ümmi, insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet; yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlastan geldiğine kat'iyyen şübhem kalmadı. Hem itiraf ediyorum ki: Samimî ihlasınızla, şan ü şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız. İnşâallah tam ihlasa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlasa sokarsınız. Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu'cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A'zam (K.S.), o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlasa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet hiç şübhe etmeyiniz ki, bu teveccühleri, ihlasa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlası kırsanız, onların tokadını yersiniz. ( Lemalar, 21. Lema, 161-1629
İşin bir de dun-himmetli olma yönü var ki, başka bir makalenin mevzuu olacak kadar uzun ve derin. Bahsettiğimiz keyfiyet olarak- azalmanın gösterdiği bir husus da Hadisteki müfesirlerin beyanınca- kamil mümin sıfatına denk olmayan vasfımız değil midir?
Sitemiz yazarlaından Hüseyin Yılmaz dostumun güzel bir yazar tarifi var ve bence yazılı medya dünyasındaki- eksikliğimizin ya da olmayışımızın en mühim sebeplerinden biri de bu anlayışa henüz- eremeyişimizdir.
Gazetecinin yegâne vasfı, taraftarlarına seslenmek de değildir... O, aynı zamanda bir kavganın adamıdır; elinde kılıçla değil, kalemle doğmuştur... Muzır düşünceleri bertaraf etmek de ona düşer... Yazıları zaman zaman Zaloğlu Rüstemin çığlığını bastırmazsa, düşünce kadar hissiyatı da kamçılayıp şahlandırmazsa, tükenir yazar... Sesi dar vadilerde değil, Sahra-i Kebirin sonsuz vehmiyle uzanan serhadlerinden de gökgürültüsünü andıran aksisadalarla geri dönmeli... Çığlığı afakta yankılanmayan yazar, beyhûde yorulur...
Her meslek, kendisini yüceltecek evsâfta insan ister... Dükkânına dayanmış kamyondan varillerin indirilmesini bekliyen tüccarın gözü, pazuları kuvvetli, sırtı sağlam hammal arar... Futbol hocası, mahalle aralarında kavga eden değil, iyi top sektiren çocukları gözüne kestirir... Gazete idarecisinin mükellefiyeti ise, gazeteciyi bulmaktır... Bulmak, ondan da önce yetiştirmektir.
Bir noktaya daha temas etmeden geçemeyeceğim. Hakkın hatırı alidir, hiç bir hatıra feda edilmemek gerektir. beyanı ile Bazen hak, ehaktan ehaktır. tabirini kimi zaman- birbirine zıtmış (!) gibi mütelaa edebiliyoruz. Sanki, eğer birilerinin hoşuna gitmeyip de uzaklaşmasına yol açıyorsa, hakkı ketmekmek lazım. gibi fasit bir kıyas unsuru yapanları gördükçe ucube görmüş gibi şaşırıyorum. Her doğruyu her yerde demek doğru değildir. beyanındaki doğru mefhumunun hakikat-ı imaniye ve İslamiye manasında olamayacağını akledemeyenler gibi tıpkı... [İşte, bir mesele daha çıktı. Merak edenler için diyelim, Felsefe Yenir Bir Şey midir?( hyilmaz.net) ve Felsefe ve Biz (Karakalem.net) yazılarımıza müracaat... ]
Halbuki Risale-i Nur Mecmua ve kitapçıklarını her okuyan mutlaka- dikkat etmiştir. Bütün eserlerinin dış kapaklarında, iç kapaklarında, Külliyatın pek çok yerinde yazılan ibare, Risale-i Nur Külliyatından...dır. Külliyat nedir? Mücmeli, bir başka eserde tafsil edilen bir bütün, bir eserdeki tek bir ibare ile amel edilemeyip, o mevzudaki bütün düsturları bir arada görüp, Üstadın onu nasıl anlayıp amel ettiğiyle fehmedilebilecek bir eser.
İbare neydi? Bazen hak, ehaktan ehaktır. Nedir hak?... Kuran-ı Azimüşşan ve müfessir-i hakikisi olan ehadisin tesbit ettiğidir, talimatıdır, bizleri ümmet-i vusta haline getiren ahkamdır. Onları ilerisine taşma haddini bilmeme manasına gelir ki, Kuran-ı Kerimin çok Ayeti, Yahudi kavmini bu yüzden tedip eder, helaklarının ya da başlarına gelen musibetlerin, Üstadın da bi-edep dediği haddi aşmaları sebebiyle olduğunu beyan buyurmamış mıdır?
Not: Hattâ o zamanlarda, Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi, İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İslâm üleması, Şeyh Bahid'den bu genç hocanın (Bediüzzaman'ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de, bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Câmii'nden çıkılıp "çayhane"ye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, Bediüzzaman Said Nursî'ye hitaben: ............... Yani "Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?" Şeyh Bahid Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı; Bediüzzaman Said Nursî'nin, şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.
Buna karşı, Bediüzzaman'ın verdiği cevab şu oldu:Yani, Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa Devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.
Bu cevaba karşı, Şeyh Bahid Hazretleri: "Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatta idim. Fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır." demiştir. Nitekim Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle; ve şimdi Avrupa'da Kur'an'a ve İslâmiyet'e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman Milletinde fevç fevç İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler; o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir. (Sözler, s: 753- 754) ibaresi dikkatimi çekti o gün; Zübeyir Gündüzalpin, Üstadımızın Avrupa bir İslam Devletine hamiledir.... beyanını izah için verdiği iki misalin birinci bölümüne bir mana veremedim.
. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek... misalini şu yüzden garipsedim; çünkü Osmanlı Devleti meşrutiyet idaresini kabullenmekle veya bir kısım laubalilerin işbaşına gelmesiyle, bir İslami Devlet olmaktan uzaklaşmadı ki. Hala Mecelle ile hükmediliyor, hala sultan Halife-i Ru-i Zemindi, hala sultan Cuma günleri camide halkı selamlıyor ( Cuma Selamlığı) , istibdadı için o kadar tenkit edilen Abdulhamit bile Üstadın tabiriyle Halife idi. ( Divan-ı Harbi)
Demek ki Zübeyir Ağabey gibi bir ehl-i tahkik ve meslek-i hakikat mensubu bir insan, bu misali maslahat-ı zaman için vermiştir. Çünkü malum- bazı koruma kanunları vardı, çok partili sisteme geçilmiş de olsa, yüzlerce dava hala sürmektedir. ( Ki 1960a kadarki bu dâvaların sayısı 600ü bulmuştur. -Mufassal Tarihçe- Ama Üstadın bunların hiçbirini mevcut hükumete değil, hakim zihniyete bağladığını da biliyoruz.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.