Devlet görevinde liyakat ve ehliyetin önemi

Organize faaliyet ve çalışma gerektiren her durum, buna dayanan her kurum, kuruluş ve sistem, istihdam hakikatiyle yüz yüze gelir. İstihdam söz konusu olduğunda iki temel kanun kendini gösterir: Liyakat ve Ehliyet.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu devlet memurlarını istihdamda ise 3 temel prensibi kabul eder: Liyakat, Kariyer ve Sınıflandırma.

657 sayılı Kanun'un üç temel ilkesinden birisi olan kariyer, bu kanunda; devlet memurlarına, yaptıkları hizmetler için lüzumlu bilgilere ve yetişme şartlarına uygun şekilde, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme imkânını sağlama olarak tanımlanmıştır.

657 sayılı Kanun'un üç temel ilkesinden bir diğeri olan liyakat, bu kanunda; devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit imkânlarla uygulanmasında devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmak olarak tanımlanmıştır.

657 sayılı Kanun'un üç temel ilkesinden bir diğeri olan sınıflandırma, bu kanunda; devlet kamu hizmetleri görevlerini ve bu görevlerde çalışan Devlet memurlarını görevlerin gerektirdiği niteliklere ve mesleklere göre sınıflara ayırmak olarak tanımlanmıştır.[1]

Dikkat edilirse Devlet’in aradığı kariyer ve sınıflandırma, şartları “ehliyet” şartını ifade eder.

Yapılacak iş ve görülecek vazifenin hakkıyla yapılabilmesi için o konuya dair teknik bilgi ve donanım zaruridir. Bu noktada “Ehliyet” kavramı kendi ağırlığını gösterir. Ehliyet, lügatta, ehillik, bir aileden olmak, evcil olup yabani olmamak anlamına gelir. Terim olarak ise, bir konunun ilim ve hikmetine vakıf olarak o konuya yabani ve yabancı olmamak, âşina ve yakın olmak anlamındadır. Bu manasıyla istihdam faaliyetlerinde ehliyet, temel bir hususiyet olarak kendini gösterir. İlim ve hikmet, görülecek vazifenin önemini ve kıymetini, vazife hakkıyla yapılmadığında ortaya çıkacak zararları ve tehlikeleri görecek bir göz, vazifenin daha iyi yapılabilmesi noktasında eksik ve hataları işittirecek bir kulak insan verdiğinden istihdam açısından elzemdir.

Liyakat ise, verilen makamın ve getirilen vazifenin maddi ve manevi kişisel menfaatlerin teminine alet edilmemesi, devlet müessesesinin bir hizmetkârlıktan başka bir şey olmadığını fiiliyatıyla gösterilmesidir. Liyakat hakikatinde belirleyici rol memuriyetin mahiyetinin devletçe ve çalışanlarca algılanmasına dayanır. Devlet “garson devlet” ideal mod’unda olduğunda devlet kademeleri, aranılan ve istenilen bir iş olarak görülemez. Bilakis milyonlarca insanın hademesi, vergileriyle geçinen bir dilenci gibi bir zillet, külfet ve vebal makamı olarak memuriyet görünür. Fakat devlet algısı garson devlet modelinden “patron devlet” ve daha ötede “baron devlet” mod’una doğru geçince memuriyet, milyonların tepesine binmiş bir âmiriyet olarak çalışanlarca algılanır, devletçe de algılatılır. Bürokrasi ise bu algının en doğal neticesidir.

1998-2003 yılları arasında Kayseri’de İlçe Tarım Müdürlüğünde çalıştığım süreçte yaşadığım iki vak’a ülkemiz memuriyetinin halkın dünyasındaki algısını gösteren bir tablodur:

Bir gün 70 yaşlarında bir köylü müdürlüğümüze gelmişti. Güngörmüş bir ihtiyardı. O zaman yeni memur olmuş iki teknisyen arkadaş olarak onunla ilgilenecektik. Yaşlı adam karşımızda ceketini ilikleme telaşı içinde ne yapacağını şaşırıyordu. Bu manzara karşısında o zaman da çok şaşırmıştım, halen de şaşırırım. Çünkü âmir olan, maaş veren ve istihdam eden halk, maaş verdiği, istihdam ettiği me’muru karşısında titriyordu.

Diğer bir gün ise bir köylü yine dairemize gelmişti. Müdürümüz onunla ilgilenmemizi söylemişti. Biz de iki arkadaş şu adamın işini bitirelim, diye karar verdik. Bütün gerekli yazışmaları yaparak adama belgesini verdik.

-“İşiniz tamam” dedik. Adam şaşkınlık içinde:

-“Yani benim işim şimdi bitti mi?” diye bize sormaya başladı. Daha önceleri işlerinin uzatılmasına alıştırılmış halk kitlesi, bu tarz normal bir memur davranışı karşısında lüks bir tavırla karşılaşmışçasına şaşkınlıklara giriyordu.

Ehliyet, ilim ve teknik bilgi ile elde edebilecek bir seviye olmakla beraber liyakat için yeterli değildir. Bankaları hortumlayıp yurt dışına firar eden kişilerin en azından üniversite mezunu oldukları bilinen bir realite… Liyakat için, kudsiyet algısı şarttır. Kudsiyet ise, egoizm, ben-merkezcilik, bencillik ve onun en bariz göstergesi olan menfaatperestlikten kurtulmakla elde edilebilecek bir özelliktir. Bu ise zor kazanılacak bir özellik olduğundan Osmanlı Devleti gibi İslam devletleri, kamu çalışanlarının sayısını elden geldiğince az tutma metodunu izlemişlerdir. Bediüzzaman Said Nursi’nin tespit ettiği “kamu istihdamı azaldıkça özel sektör büyüdüğü ve kalkınmanın başladığı”[2] realitesiyle beraber sayı çoğaldıkça kalite azaldığından ideal devlet modelinde çalışan sayısı az olmak zorundadır. Çalışan sayısı azaldığında ise, bürokrasi hadisesi kendiliğinden ortadan kalkan bir durum olmaktadır.

2003-2013 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde çalıştığım esnada yaşadığım şu olay likayat-kudsiyet ilişkisini tescilleyen ilmî bir itiraftır:

Üniversite yemekhanesinde akademisyenler de yemek yiyordu. Bir gün aynı sofrada bir akademisyene denk gelmiştim. Görüntü ve davranışlarından dindar olmadığı anlaşılmaktaydı. Sofrada tanışınca kendisinin kamu yönetimi ve siyaset sahasında ihtisası olduğunu öğrendim. Kendisine şöyle bir soru sordum:

-“Hocam, bir kişi devletin başına geçtiğinde eline ülkenin bütün kaynakları ve ekonomik imkânları geçmekte. Bu kişinin bunları kendi menfaatine kullanmasını engelleyebilecek çare nedir?” Hoca biraz düşündü şöyle bir cevap verdi:

-“Dindarlık.” Sonrasında o yıllarda da iktidarda olan mevcut iktidar partisine yönelik eleştirilere başladı. Anlaşılan kasdettiği dindarlık ile iktidar partisinin sergilediği dindarlık aynı değildi.

Ehliyetsiz idareciler verdikleri câhilce kararlar, yaptıkları abes uygulamalarla devletin imkânlarını ve neticede halkın emeğini zâyi ederler. Son 100 yıl içinde ülkemizde yarım bırakılmış havalimanları, bitirilmemiş barajlar, âtıl fabrikalar ve devam ettirilmemiş yollar gibi birçok ekonomik facia, ehliyetsizliğin yol açtığı kayıplar ve kaynak israflarından başka bir şey değildir.

Liyakatsiz idareciler ise devlet imkânlarını kendi kişisel menfaatlerine, akrabalarının çıkarlarına, dost ve ahbaplarına peşkeş çektikleri gibi daha ötede devlet kademelerini haksız bir surette kendi siyasi görüşlerini takip eden liyakatsiz ve hatta ehliyetsiz kişilere açarlar. Bu şekilde kadroları haksız yere işgal ederek ülkenin 30 gelecek yılını zayi ederler. Daha ehil ve layık birileri varken bu tarz kişileri istihdam etmeye kalkmak, ülke istikbali için bir zulüm olduğu gibi her harcamasından vergi alınan fakir halka da bir hıyanettir.

(Devam edecek)

[1] 657 sayılı Devlet Memurları kanunu, 3. Madde.

[2] Lem’alar, 19. Lem’a (İktisad Risalesi), 6. Nükte, Haşiye.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum