Dönecek bir yerimiz olması güzel

"Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve Ona döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir." (Bakara sûresi, 46.)

Dönecek bir yerimiz olması ne güzel. Bu bir tehdit değil müjdedir. Müjdeler hayatı daha yaşanılır kılıyor. Kuşlar bile yuvasıyla mutlu oluyor. Bir yerlere/birşeylere ait olma, kaybolduğunda tekrar ayağını oraya basma, hafızanda bir adres, kulağında tanıdık bir ses, unutamadığın bir yüz, sırtını aynı duvara verme, aynı minareyi/gökdeleni arama meraklı gözlerle, aynı ezanı işitme günde beş vakit, savrulup gitmediği ve gitmeyeceği hissi veriyor insana. Tutunamayanlar'dan değilsin yani. Bir yere aitsin ve bağlısın. Ait olmak bağlı olmaktır. Bir kulp var sapasağlam belli ki. Belki kopmayacak bir halat. Zaman, mekan, madde ve hareket aynı özden besleniyorsa; Einstein haklıysa eğer; bu sevinilmesi gereken birşey. 'Batıp gidenlerden' değilsin demek ki. Bir beka kokusu var âleminde.

Savrulmak fenadır. Faniliği hatırlattığından can yakar, içe oturur. Azap olur vicdanda, sancır. Tutunmak iyidir. Huşû verir. Sükûnet sağlar. Yoksa pek bir kararsızız. Ben öyleyim en azından. Nerede durduğumdan emin olamıyorum her zaman. O kadar sık boşluğa düşüyorum ki. Yağmurlu havalar, mezarlık ziyaretleri, uzun otobüs yolculukları, kaybolduğum İstanbul sokakları. İster vehim deyin ister delilik. Okumayı ve dinlemeyi, kararsız olduğum anlarda, "Hâlâ çemberin içinde miyim?" sağlamasını yaptırdığı için severim. Bir çeşit sağlama bu. Kendine dair kutlanası güvensizlik. Bireyken insan hataya daha müsaittir. Fakat ümmet, nass-ı hadisle bildirilmiştir ki, dalâlet üzere birleşmez. Başkaları, sadece zincir değildir bu açıdan bakarsan. Ben'i sınama araçlarıdır.

Dönecek bir yerimiz olması güzel. Yolun başı, tanıdık, sıcacık. Sıla diyorlar ona. Sıla-yı Rahîm. Rahîmiyetle bağlanması ayrıca manidar. Demek aidiyetin de sana özel/Rahimî bir bağış. Rahman içre Rahîmiyet tecellisi. Seviyorum birşeylere ait olmayı. Yolumu ne zaman kaybetsem, tekrar oraya dönüyorum. Hatırlıyorum. Aksaray'a sırtını verip yönünü bulmak gibi İstanbul'da. İstasyon caddesini ezber etmek gibi Sivas'ta. Dikilitaş'ı sabitlenmek gibi Zara'da. Tanıdıklık da bir aidiyet.

"Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekàya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Malik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz."

Bir vakit sen onun olmuşsun veya o senin olmuş. Aşinalık buradan. Tıpkı Vezir Ayaz'ın elbisesi gibi. Ve giyip aynanın karşısında dediği gibi: "Ey Ayaz, bir zamanlar bunları giyen bir köleydin, ne olduğunu unutma!" Aranızda bir irtibat/intisap var. "İman bir intisaptır" diyor ya Bediüzzaman. Bence yine bundan. Aidiyetine göre değeri var insanın. Yolun başladığı yer yolun kıymetini belirliyor. Döneceğin yer kadar saadetlidir yolculuğun. Varacağın yerler önce yabancı, sonra fani. Sen oraların toprağından yaratılmadın. Yüzyıl da gezsen sırf eve döneceğin için seyahat güzeldir. Bana sorarsan namaz da öyle. Ki Kur'an kendini bize iki şekilde de tarif ediyor: 'Sapasağlam kulp' ve 'kopmayacak halat.' İkisi de aidiyet. İkisi de intisap.

Dönülecek olan güzelleştikçe güzelleşiyor bekleyiş. Vahiyde o  kadar çok ve sık vurgulanıyor ki bu dönüş! Namaz, gün içi kayboluşlarda döndüğün yolbaşı. Kur'an, fikrin duracağı yeri şaşırdığında döndüğün yer. Acz, insanlığının başlama noktası. Fakr, yola çıkarken omzuna vurduğun yük. Hac, ilk dedenin (a.s.) bastığı toprak. Oruç, ilk açlığına dönüş. Dikkat ediyor musun: Değerli ne varsa hayatında yolunun başına bağlanmış. Sanki bir noktadan bir noktaya gitmiyor, bir daire çiziyorsun. Ve ne kadar letafetle Kur'an defaatle diyor: "Onlar ki, kendilerinin gerçekten Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O'na döneceklerine inanırlar." Müminleri bahtiyar kılan sahi bu mu?

"Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş'e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor."

Bu son paragraf aylar sonra yazıldı. Abdurreşid Şahin ve Zübeyir Tercan abilerin yaptıkları bir İkinci Söz okumasından besleniyor. O dersi ve o dersteki 'terhis' analizini dinlediğimde aklıma bu yazı geldi. Yazmışım ama yayınlamamışım. Sanki 'terhis'i öğrenmemi beklemiş. O vakit sen de dinle ey bu satırlara nazar eden: Terhis olan, gideceği yeri bilmez mi? Gitmekten mutlu olması, gideceği yerin nasıl bir yer olduğunu bilmesinden ileri gelmez mi? Bu gidiş meçhule değil. Hem tezkerende yaptıkların da kaydoldu, kaybolmayacak... Metin Karabaşoğlu abi de, askerlikten dönüşümde, bana şöyle sormuştu: "Üstadın 'terhis' demekle neyi kastettiğini şimdi anladın mı?" Biraz anlamıştım. Şimdi biraz daha anladım. Fakat bu anlamak acayip birşey. Hiç bitmiyor ki.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum