Şahin DOĞAN
Dücane Cündioğlu’nun Bediüzzaman mâcerâsı
Dücane Cündioğlu kılı kırk yaran bir dikkatle, sayfalarca, bir filmin ayrıntılarını tasvir eder ama sıra bu “irfan çeşmesi” olan Risalelere gelince sessiz kalmayı tercih eder. Çok ilginçtir! Yıllardır yazı yazıyor ama bir-iki tane dışında Risaleden herhangi bir alıntı veya istifade yok. Düşünce dünyasında başta Tarkovski, Hallac, Beyazıd-i Bistami ve Mevlana olmak üzere bütün mutasavvıflar var ama Bediüzzaman yok nedense.
Hatırlarsanız geçen “Bediüzzaman, Yedi Güzel Adam ve Cemil Meriç” başlıklı yazımızda böyle demiştik. Bir kardeşimiz “hocam Dücane’nin o bir-iki tane dediğiniz yazıları hangisi gösterebilir misiniz?” deyince Yeni Şafak yazı arşivine girdim ve 2003 tarihinde kaleme alınmış “Said Nursî: mecrâ mı, mâ-cerâ mı?” başlıklı yazısını buldum. Yazıyı bulmuşken yazı üzerine birkaç kelam etmek istedim.
Cündioğlu’nun bütün yazı hayatı boyunca Üstad ve Risale-i Nur üstüne yazmış olduğu tek yazı bu belki de. Gerek otuza aşkın kitabında gerekse köşesinde yapmış olduğum bir arşiv incelemesi sonucu başka bir şeye rastlamadım.
Cündioğlu, Yeni Şafak gazetesinin eski yazarlarından. Tanıyanlar bilirler onun kelimelerle oynamaktan ne kadar zevk aldığını. Bazen iki kelimenin mana ve medlulünü öyle uzatır ki bir köşeyi tümüyle kaplar. Niyeti, okuyucunun nazarında şirin mi görünmek yoksa mutat köşesini mi doldurmak bilemeyiz. Anlaşılmaktan ürker gibi bir hali var. Sanki büyü bozulacak, bilmece çözülecek ve her şey ortaya çıkacak. Nazenin ve nazdar dilberlere has bir edayla kendisini mahremiyet peçesiyle örtüyor. Sürekli okunmak, ilgi çekmek ve merakları kamçılamak.
İsterseniz ilgili yazı üzerinden gidelim.
“…Sözün, hele hele köşe yazılarında dile gelen bir sözün, dile geldiği an zaten eksik olduğu, eksik olarak dile geldiği kabul edilmedikçe eksikliğin içeriğini ya da eksikliğin içeriğinden konuşmanın hiçbir anlamı yoktur! Dile gelen daha dile gelirken eksilir ve eksilmedikçe aslâ dile gelemez. Dile getirmek, her halukârda eksikliği kabullenmek demektir. Çünkü kemâl susmadadır, suskunluktur kemâl! Konuşulmak ve/veya yazılmakla kemâl kemâlinden vazgeçer, söylenen hep bir yönüyle söylenendir. Düşünelim bakalım, her yönüyle (eksiksiz) söylenmiş ne var bu âlemde?”
Bakınız bu paragrafta dile getirilmek istenen meramı merhum Cemil Meriç usta ne kadar veciz ifade ediyor. “Gök kubbe altında her söz yarım, her yazı yarım, her kitap yarım. Tarihte düşündüklerini bütünüyle söyleyebilen kaç sima var?”
Sizce de ikincisi daha vazıh değil mi?
“Kemâl susmadadır, suskunluktur kemâl” diyor Cündioğlu. Bunun da cevabını yine merhum Cemil Meriç usta versin: “Önce kelam vardı diyor kitab-ı mukaddes, kelam yani söz. Tanrı, sükuttur sözü koca bir yalan. Söz iki sonsuz arasında bir çırpınış. Kutupların sessizliğinden bize ne?”
Geçiyoruz meselenin aslına:
“…Buradaki en ciddi açmaz, Said Nursî'nin üzerindeki yorum tekelinin bu âlimin düşünme çabasını "tanımlanmış, kuşatılmış, tüketilmiş" bir surete büründürmek zannında olmasıdır. Çünkü bu kabul, düşünmenin bizzat Said Nursî hazretlerinin düşüncelerinden hareketle sürmesini, soru sormasını, soruları yenilemesini engelliyor ve sadece yinelenmesine, yani kutsanmasına izin vermeyi marifet sayıyor. Hal böyle olunca Said Nursî'nin düşünceleri, düşünmenin değil, aksine yapay teknik araştırmaların, incelemelerin konusu oluyor. Tamamlanmış, bitmiş bir düşünceyi incelemek veya araştırmak o düşüncenin geliştirilmesine imkân bırakmayıp onu eskitiyor, 'geçmiş' kılıyor, 'geçmişte kalmış' varsayıyor…”
Bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi, bu satırlar çok ciddi bir entelektüel birikimi bünyesinde barındırmakla birlikte oldukça “dışarıdan” yapılmış eleştirilerle malul. Çünkü Üstat sonrası yapılan telifata, risaleden ilham alınarak kaleme alınan eserlere bakılınca durumun hiç de Cündioğlu’nun dediği gibi olmadığı hemen anlaşılır. “Tanımlanmış, kuşatılmış, tüketilmiş bir surete bürünmek” sadece bir zandır. Evet bu vartaya düşenler oldu maalesef. Ama umumiyetle her aksiyoner düşüncede olduğu gibi teoriden çok pratik öne çıkar. İşin sağlaması onunla yapılar. Bir ağabeyin dediği gibi “bizi anlamak isteyenler asarımıza baksın!”
Devam ediyoruz okumaya:
“…Merhumun öne çıkarılan yönleri, bu yönlerin mevcudiyetini mümkün kılan müktesebâtının öne çıkmasını niçin engelliyor dersiniz? Meselâ "Kızıl İcaz alâ Süllem'il-Mantık" ile "Talikâtu alâ Burhan'il-Gelenbevî" adlı haşiyelerin veya "Şerh-i Mevakıf" ile "Şerh-i Mekasıd" gibi eserlere yapılan göndermelerin mevcudiyetinden elde edilmesi gereken derinlik, niçin bu düşüncenin takipçilerinin yaydıkları ışığın mecrâsı, yani o ışığı daha koyu karanlıklara doğru tutacak ellerin kaynağı olamıyor? Niçin mâ-cerâ (suyun akışı), mecraı (suyun kaynağı) ile bi-hakkın temasa geçmekte isteksiz davranıyor?”
Muhterem hocam! Eğer böyle bir boşluk varsa ve sizde üstadın bu çapta bir mantık dehası olduğuna kani iseniz bu boşluğu neden siz doldurmayı denemiyorsunuz. Zira sizin hem ilmi yetkinliğinizden hem de yeterliliğinizden hiçbir şüphemiz yok. Gramer, maani, dilbilim, ilm-i mantık üzerine yayınlanmış eserlerini biliyoruz ve okuyoruz. Bu iş bu ülkede öncelikle size düşmez mi? Anlaşılan siz kendinizi dışta tutuyorsunuz, nurcu olarak tesmiye etme gereği duymuyorsunuz. Sizden nurcu olmanızı isteyen yok zaten, ama şunu bilin ki risaleler sadece nurcuların değil bütün ümmetim kollektif malıdır. Biraz tenezzül edip “içerden” bakabilme nezaketi gösterebilirseniz işin hem “mecra”sını, hem de “macera”sını çok iyi kavrayıp tahlil eden zeki ve kaliteli kumaşların olduğunu fark edersiniz. Ama bunun için azıcık tenezzül, azıcık tevazu gerekir.
Eserlerin “mecra”sına (kaynağına) inmek meselesine gelince pek tabiidir ki bu bir uzmanlık işi. Şimdi İhyay-ı Ulum-u Din’i okuyan vasat bir mümine İhya’nın kaynaklarına niçin inmiyorsun diye eleştiride bulunmak irşat ve pedagoji açısından ne kadar makul? Bu geniş kitlelere teklif edilecek bir şey değil ancak alanın uzmanlarına teklif edilecek bir şey. Aksi takdirde bunun adı “teklif-i malayutak” olur. Ve bu işin sonu gelmez, farz edelim ki, İhya’nın ve risalenin beslendiği kaynakları araştırmaya koyulduk bunlar öyle eserler ki hadis, kelam, felsefe, gramer, fıkıh, tefsir, mantık, riyaziyat, tarih, coğrafya gibi yüzlerce ilim dalından beslenerek, damıtılmış, sağılmış, tasnif edilmiştir özel eserler yani bu eserlerin “mecrası” binlerce eser, bir insanın ömrü bütün bunları okumaya, araştırmaya, analiz, test etmeye ve sonra maşeri vicdana ma’kes olabilecek bir şekilde yansıtmaya yeter mi? Bu çaba için ancak üstün zekalı bir müçtehit veya allame olmak gerekiyor. Buna rağmen ille de bir çalışma isteniyorsa başta Abdülkadir Badıllı Ağabey’in “Risale-i Nurun Kutsi Kaynakları” olmak üzere nice güzide eser var piyasada. Ama dediğimiz gibi bunun için azıcık tenezzül, azıcık tevazu, azıcık içerden bakabilmek gerekir.
Son paragrafa geçelim:
“Bir âlimi anlamak, o âlimin anladıklarını anlamayı gerektirmez mi? Bir ustayı örnek almak, o ustanın önemsediklerini önemsemekle, onun gibi olmaya, onun bulduklarını bulmaya çalışmakla olmaz mı? Bir insan-ı kâmil gibi kemâle ermek arzu ediliyorsa, o insana kemâl kazandıran vasıflarla muttasıf olmak için çabalamak gerekmez mi?”
El-hak gerekir. Hem de elzem derecede gerekir. Doğru söze diyecek yok. Aynen katılıyoruz. Bütün halis nur talebelerinin de biricik amacı bu. Ve her biri kendi kabiliyetine göre Bediüzzama’nın bir yönüne ayine olmaya çalışıyor. Buna itiraz eden de yok zaten. Ama siz Bediüzzaman gibi bir alimi, bir mürşidi, bir insan-ı kamili en azından bir Tarkovski kadar önemsediniz mi? Asıl önemli olan bu.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.