Mehmet EVREN
Dünyevileşme
İsterseniz yazımıza şu soruyu sorarak başlayalım.
Önceliğimiz nedir? Dünya mı? Ahiret mi?
ABD'nin Northwestern Üniversitesi’nde yaşanmış bir olayla başlamak istiyorum.
Bir gün ABD'nin Northwestern Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencilerine zaman yönetimi konusunu anlatmak üzere sınıfa girer. Karşısında duran dünyanın dört bir tarafından gelmiş seçkin öğrencilerine şöyle bir göz gezdirdikten sonra: Bu gün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız. Dedi. Kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarıp ardından yumruk büyüklüğünde taşları alıp büyük bir dikkatle taşları kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha fazla taş almayacağından emin olduktan sonra öğrencilere döndü ve bu kavanoz doldu mu? Diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan doldu diye cevapladılar.
Profesör öyle mi? Dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilere dönerek bir kez daha bu kavanoz doldu mu? Diye sordu. Bir öğrenci dolmadı herhalde diye cevap verdi. Doğru dedi.
Profesör yine kürsünün altına eğilip bu defa bir kova kum çıkarttı ve kumu kavanoza boşaltarak taşların ve mıcırların arasına yerleşmesini sağladı. Tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sordu öğrenciler, hep bir ağızdan: Hayır! Diye cevapladılar. Güzel dedi ve bu defa bir sürahi su alarak kavanoza boşalttı. Sonra öğrencilere dönerek: Bu deneyin amacı ne olabilir? Diye sordu. Uyanık öğrencilerden biri: zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün aslında ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır. Diye cevapladı.
Hayır dedi Profesör bu deneyin esas amacı: Eğer baştan büyük taşları kavanoza yerleştirmezsen, küçükler girdikten sonra büyükleri asla yerleştiremezsin gerçeğidir.
Profesör devam etti nedir hayatımızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, hayalleriniz, sağlığınız, eğitiminiz vs. büyük taşlarınız bunlardan biri, belki bir kaçı, belki de hepsi. Bu akşam uyumadan önce iyice düşünün sizin büyük taşlarınız nelerdir iyice karar verin. Dedi.
Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk başta yerleştirmezseniz bir daha asla yer bulamazsınız...
Şimdi bu soruya kendimizi muhatab kabul edersek; bizim hayatımızdaki büyük taşlarımız nelerdir? Allah’ın rıza mı? Ahiret mi? Dünya mı?
En büyük insan olan kâinatın Efendisi, Peygamber Efendimizin büyük taşları nelerdi? Amcasına "Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm."[1] cevabıydı.
Büyük insan Hz. Ebu Bekr’in (ra): büyük taşları nelerdi acaba? "Cehennemde vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın."[2] İfadeleriydi.
Helâket felâket asrının adamı olan Bediüzzamanın Hazretlerinin büyük taşları nelerdi? "Milletimin imanını selamette görürsem cehennem alevlerinde yanmaya razıyım."[3] ifadeleriydi. Görüyoruz ki; peygamberlerin, sahabelerin ve büyük insanların büyük taşları İman, Kur’an, İslamiyet ve Allah’ın rızasını kazanmaktı.
İşin aslına bakılırsa insanın en önemli görevi; Rabbini tanıması, yaradılış gayesini bilmesi ve o ona göre hayatını tanzim etmesidir.
Konuyu biraz daha açacak olursak; “İnsan şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidad (kabiliyetler) ona verilmiş; o istidada (kabiliyetlere) göre, ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş (verilmiş)…”[4]
Yukarıdaki cümleye baktığımızda; insanın bu dünyaya niçin ve hangi amaçla geldiğinin çerçevesini belirliyor. Demek ki, bu dünyaya gönderilen insan; önce memur, sonra misafir olarak gönderilmiş. Gerek memur olusun ve gerek misafir olsun, bulunduğu ortamlarda hür değil ve istediği gibi hareket etme gibi bir lüksü yoktur. Ancak kendisi için belirlenmiş kurallar çerçevesinde hareket edebilir. İnsan bu dünyada misafir ve memur olduğunu bildiği zaman tedirginlik yaşamaz. Rahat eder. Bediüzzaman:
“Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz'an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir.”[5] Bu dünyada rıza mertebesine ermenin yolu ise, dünyayı bir misafirhane olarak bilip kalbini kaptırmamak, her işinde sadece Allah’ın rızasını esas almakla mümkün olabilir. Buna göre, rıza mertebesine ulaşmanın en önemli bir şartı da, insanların teveccühlerine aldanmamak, hayatın gayesini riya değil rıza olarak tespit etmek ve ona göre çalışmaktır.
“Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.”[6]
İnsan “bazan dünyaya yerleşemiyor, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi "of, of" deyip dünyadan daha geniş bir yer istediği halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyor. Koca dünyaya yerleşemeyen insan kalbi ve fikri o zerrecikte yerleşebiliyor. Birinci planda ahiret hayatı için kullanılmak için verilen duyguların En şiddetli olanlarını bir dakikacık, hatıracıkta dolaştırıyor.
“Hem insanın mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler verilmiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman (7,5 kg) taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten gelen küçük bir hâlete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.
Madem öyledir, hazer et, (sakın) dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark oluyor. Hardal kadar küçük olan insanın kuvve-i hafızanda, sahife-i a'mâlin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi, çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.”[7]
İnsanın dünya ile olan bağlarını güçlendiren sebeplerden biri de; muhabbet duygusudur. İnsan çok geniş kapsamlı bir özellikte yaratıldığı için, kâinattaki varlıkların çoğuyla doğrudan veya dolaylı olarak bir bağı ve ilişkisi vardır. Bunun için bütün varlıklara karşı bir muhabbet besliyor. Hâlbuki kalbine konmuş olan bu sınırsız muhabbet duygusu ebedi bir güzelliğe sahip olan Yüce Allah hesabına kullanmak için verilmiştir.
Fakat insan onu yerinde kullanmadığı zaman kalpteki muhabbet fani ve geçici şeylere yönelerek dünyevileşmeye başlar. Yalancı memeye yapışarak avutulan çocuk misali kendi kendini avutmaya çalışır. Böylece dünyayı yutacak genişlik ve büyüklükteki hislerini o basit şeylerde batırıp, zayi eder.
Aslında “mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâkî-i Hakikînin hüsün ve ihsan ve kemâlâtının işârâtı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir, belki cilve-i Esmâ-i Hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir.”[8] Gölgelerinin gölgeleri böyle olursa, acaba asılları nasıl olur? Öyle ise gelin gölgelere değil asıllar talip olalım ki, her iki dünyada saadete erişelim!..
Yaratılış itibarıyla dünyaya düşkün olduğumuz için zaman zaman burada ebedi kalacakmışız gibi bir düşünceye kapılırız. Hâlbuki çok geniş gibi gördüğümüz bu dünya “dar bir kabir hükmündedir. Fakat dar olan bu dünyanın duvarları bir birine yansıyan hayali aynalara benzer. Göz görünceye kadar geniş görünür. Kabir kadar dar iken, bir şehir gibi geniş görünür.”
Peki, dünyanın kabir kadar dar olduğunu nasıl anlıyoruz? Dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, her ikisi de elimizden çıkıp yok oldukları halde, birbiri içinde yansıyan aynalar misali kabir gibi gayet kısa ve dar olan hazır zaman çook geniş görünmeye başlar. Böylece insan, geçici olan dünyayı ebedi görmeye başlar, hakikat hayale karışır; mevcut olmayan bir dünyayı mevcutmuş gibi zannetmeye başlar. Ve dünyada ebedi yaşayacakmış gibi kucaklayıp sarılmaya başlar.
Çok geniş görünen dünyanın geçici olduğunu bela, musibet ve ölümle “kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz, insan için; zamanın ve ömrün, berkten(şimşekten) daha çabuk geçtiğini; hayatın ise, çaydan daha sür'atli aktığını görürüz.”[9] Ancak daracık görünen bu dünyayı geniş ve sonuz bir âleme çevirmek için önceliğimiz ahiret olması gerekir. Yani Allah’a iman etmek, Onu tanımak, sevmek ve emirlerini yaşamak olması gerekir.
“İnsanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin envâına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar (bekleme) salonudur.”[10]
Dünyanın Görünürdeki Tatlı Yüzü
Dünyanın görünürdeki yüzü çok tatlı gibi görünse de arka yüzünde öyle tiksindirici çirkinlikler ve korkutucu manzaralar var ki, insan onları göre bilseydi, değil sevmek, belki nefret edip kaçacaktı.
Onun için peygamber Efendimiz (asm) her sabah bir melâike çağırır: "Ölmek için tevllüd ediyorsunuz, harap olmak için binalar yapıyorsunuz"[11] buyurur. “hakikat ehli de devamlı; "Dünya gaddardır, mekkârdır, çok aldatıcıdır, fenadır; aldanmayınız."[12] derler.
Bediüzzaman Hazretleri de “nefs-i emmâreyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır (çok hilebaz ve aldatıcıdır). Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”[13] “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, Malikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde, Cennet olsa bile, Cehennemdir”[14] yine, nefisle yaptığı bir münâzarâda nefse yanlışını göstererek şöyle susturur. “Sen, ânî ve fanî zevklerin bekasını arıyorsun.. Onun için onun zevaliyle [son bulmasıyla] ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.”[15] ifadeleriyle dünyanın asıl yüzünü göstermeye çalışır.
Demek dünyanın zevk ve lezzetlerine sırf dünya için bakmamak gerekir. Yoksa o zevk ve lezzetlere çok acılar karışır, zevk ve lezzet olmaktan çıkar, bir hüzün yumağı hâline gelir.
Ancak durum böyle olduğu halde ne yazık ki bu zamanda insan, dünyanın cazibesine ve lezzetlerine kapılıp gidiyor. Hele gayr-ı meşru ise insana daha da çekici geliyor. Fakat “dünyanın gayr-ı meşru lezzetleri zehirli bala veya zehirli oklara benzer, lezzeti nispetinde elemi ve acıları da vardır.” Durum böyle olduğu halde o zehirli bal hükmünde olan gayr-ı meşru hevesler ve zehirli dünya oklarına benzeyen günahlara insan bile bile bakıp el uzata biliyor.
İnsanı dünyaya sevk eden ve cazip gösteren daha pek çok nedenler vardır. Bunlardan “başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı (görünürdeki tatlı yüzü ) ve bazen da kötü arkadaşları gibi çok dâileri (davet edicileri) var.”
Hâlbuki bunların yanında; dünyaya nispeten ahirete ve ebedi hayata davet eden ve yönlendiren sebepler son derece azınlıkta kalmaktadır. Bundan dolayı biz milletimizi ve halkımızı seviyoruz ve her zaman onlarla beraberiz, onların yanındayız diyenlerin “bu millete karşı azıcık sevgisi varsa, ebedi hayata davet eden azlara yardım etmeleri gerekir! Aksi halde ahirete davet eden azları susturup dünyaya çağıran çoklara yardım edenler” milletin yanında olmadıklarını göstermiş olurlar.
Yönetimlerin Dünyevileşmeye Zorlaması
Asıl dünyevileşmeye zorlayan sebeplerin başında yönetimler ve yöneticiler gelmektedir.
Bediüzzaman hazretleri;“Onlar dünya hayatını severek âhirete tercih ederler”[16]ayetinin işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâma da bilerek, severek tercih ettirdi."
"Hem bin üç yüz otuz dört (1334) tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslâm içine de sokuldu. Evet, (ahirete tercih) cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz üç (1333) veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde (Birinci Dünya Savaşında) İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, (galip gelmekle) muahede (antlaşma)[17] şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine (başlangıcına) tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü."[18]
1334 yaklaşık olarak 1916 yılına tekabül ediyor ki, Osmanlının yıkıldığı ve yerine laik esaslı yeni bir rejimin kurulmasına yakın bir zaman dilimidir.
Laiklik ve sekülerizm dünyanın dine tercih edildiği ve dini değerlerin dışlandığı ya da kalbe hapsedildiği bir dünyevileşme hareketidir. Bu akımlar bu maddeci asrın adeta dini haline gelmiş ve insanların doğrudan veya dolaylı olarak bu akımların etki alanına girmişlerdir. Osmanlının yerine kurulan yeni rejim, bu esası bütün şiddeti ile uygulamış ve insanların dünyevileşme hastalığına yakalanmasına ve dinden uzaklaşmasına sebebiyet vermiştir.
İnsanlık için böyle büyük bir tehlikeye Kur’an-ı Kerim’de işaret edilmemesi, belagat ve fesahat açısından mümkün değildir. Hatta ayetin zahiri manası en az batini manası kadar bu akımlardan ve onların insanlık açısından ne kadar tehlikeli olduğundan bahsediyor diyebiliriz.
Nasıl Bir Terakki
Dünyevileşmeye götüren en büyük hastalıklardan biri de hırs hastalığıdır. Çünkü “Hırs, hasaret (kaybettirmenin) ve muvaffakiyetsizliğin (başarısızlığın) sebebidir." Aslında Müslümanlar dünyayı sevmiyor değiller veya sevmediklerinden dolayı fakirleşmemişler. Onlarda hırs hastalığı şiddetlendiği için fakirleşmişler. Çünkü “mü'minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.” Atasözünde ifade edildiği gibi hırs, kaybettirmeye ve sefalete sebeptir.
Müslümanlar; ancak aralarında iş bölümüne giderek, iş tanımlarına uygun kişiler çalıştırarak, ücret ve hak edişleri adil bir şekilde dağıtarak, aralarındaki anlaşmazlıkları çözerek ve sistemleşmeye giderek kalkınabilirler.
İslam âleminde yaşanan kargaşa ve sıkıntıların sebebi: Aralarında bir işbirliği ve iş bölümü yok, kendilerine belli bir ücret ve pay da ayrılmamış, hedef ve gayeleri de belirlenmemiş. Bundan dolayı din kardeşleriyle karşı karşıya gelmeleri kaçınılmaz olmuş ve halen de olmaya devam ediyor.
Müslümanlar; düzenli bir çalışma ve güven ortamına, mesailerinin tanzimine ve aralarında aynı amaca yönelik işbirliğine ve iş bölümüne ve yardımlaşma düsturunun toplumda yerleşmesine muhtaçtırlar. Yukarıdaki ölçülerin yaşanır hale gelmesi için de dinin kudsi emirlerine sarılmak, takva üzere yaşamak ve dine samimi bir şekilde sarılmak ve bağlanmakla mümkündür.
Hakiki terakki ve medeniyet
Dinimizde dünyadan el etek çekmek, “bir lokma bir hırka” gibi bir yaklaşım ve düşüncenin de yoktur. Yüce Allah; “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.”[19] Ayetiyle ve Peygamber Efendimiz; “Ahir zamanda insanlara para pul gerekecek. Tâ ki, onunla din ve dünyalarını ayakta tutabilsinler.” “İki günü eşit olan ziyandadır”[20] Hadisleriyle ifade buyuruyorlar.
Bediüzzaman Hazretleri: “Dünya neden herkese terakki dünyası olsun da Müslümanlar için tedenni dünyası olsun”? Bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir.”[21] Sözleriyle ancak ahireti dünyaya değil, dünyayı ahirete basamak ve alet yapmak şartıyla Müslümanların zengin olmasına ve maddeten terakki etmesine bir engel olmadığını söyler.
İlim, sanat ve marifet, beşeriyetin maddi ve manevi saadetine, milletin ferdi ve içtimaî terakkisine vesiledir. Böylece terakki eden milletler, insanlık âleminin hâkimi, medeniyetin de üstadı olurlar. Dinimiz her sahada olduğu gibi, ilim ve sanat sahasında da Müslümanların yükselmelerini emreder.
Maddeten güçlü olmayan devletler hiçbir meselede söz sahibi olamaz; zengin ve gelişmiş devletlerin tahakkümü altına girmeye mecbur kalırlar. Her zaman hakları ellerinden alınır, mazlum durumuna düşer, tedenni eder, sefil ve perişan bir vaziyette yaşamaya mahkûm olurlar.
Millet olarak varlığımızı devam ettirebilmemiz, maddi ve manevi terakkiye bağlıdır. Bu da ilim, marifet, sanat ve ticarette tekâmülle mümkündür. Hangi millet, sanat, ticaret ve teknoloji ile donanmışsa, ilerlemiş ve gelişmiştir. Maddi terakki, bir millet ve devletin asayişindeki istikrarın da en önemli sebeplerinden biridir. Ticaret ve sanat bir milletin kanı ve canı hükmündedir. Ekonomik açıdan güçlü olmayan devletler siyasi noktadan da başarılı olamazlar.
Bir milletin huzur ve saadetinin vesileleri “ahlak-ı hasene, (güzel ahlak) fikren terakki ve maddeten kuvvetli olmaktır.” Bunların birinden mahrum olan fert ve milletler terakki edemezler. Birinin noksanlığı, diğerlerinin de inkırazına sebep olur. Bu üç kuvvet bir milletin ve devletin istinatgâh noktalarıdır. Bu bakımdan, bunların tealisi ve terakkisi için çalışılmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri maddeten geri kalmamızın sebeplerini şöyle ifade eder: “Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddi cihette kurûn-u vustâda (orta çağda) durduran ve tevkif (hapseden) eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi
İkincisi: Sıdkın (doğruluğun) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (siyaset ve toplum hayatında) ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Yani düşmanlık ve husumet duygularının itibar görüp yayılması.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları (nurani bağları) bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sâri(bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden istibdat (baskı ve zorba).
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek. Yani bütün gayretini sadece şahsi menfaatı için kullanmak.”[22]
Avrupa fen ve teknolojik sahada büyük bir hızla terakki ederken, bizim yerimizde saymamız, İslam dininin ulviyeti ve kudsiyeti ile asla bağdaşmaz. Garb’ın faydalı sanatlarını, ilmi buluşlarını, fen ve teknolojik sahasındaki gelişmelerini almak daha çok lüzumludur. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” buyurarak bu gerçeği ifade etmişlerdir.
Evet, İslam dini her zaman çalışıp terakki etmeyi emreder. Ona hakkıyla intisap eden ve onun ulviyet ve kudsiyetini idrak edenler her türlü terakkinin ve kemalatın zirvesine çıkarlar. Cenab-ı Hak “İnsana çalıştığından başkası yoktur.”[23] buyurarak çalışmanın vacip olduğuna işaret etmiştir. Peygamber Efendimiz (sav.) de “Çalışan Allah’ın dostu ve sevgilisidir.” “İki günü eşit olan ziyandadır.” buyurarak, insanları çalışmaya teşvik etmiştir. Onun için bütün Müslümanlar, büyük bir gayretle, azim ve şevkle her sahada terakki ve teali etmelidirler. Ancak Avrupa’nın fen ve sanat alanındaki gelişmelerini alırken inancımızdan, manevi değerlerimizden, kültürümüzden, örf ve âdetlerimizden asla taviz vermemeliyiz.
Evet, terakkinin ve medeniyetin ruhu, İslam dinidir. Bugün Avrupa’nın cihanı hayrette bırakan maddi terakkisinin temeli Endülüs Medeniyeti’ne dayanmaktadır. İlim ve fikir terakkisinde derin izler bırakmış olan Endülüs, medeniyet noktasında Avrupa’ya Üstadlık etmiş, Avrupa’nın Avrupa’sı olmuş ve bütün cihanı aydınlatmıştır. Böylece Endülüs, İslam medeniyetinin tarihe altın sayfalarla yazılmasına vesile olmuştur.
İslam medeniyetinin merkezi olan Endülüs’teki bu terakki, Avrupalıların gözlerini kamaştırmıştır. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Endülüs’e gelen birçok insan, buradan aldıkları ilim ve irfanı kendi memleketlerine götürüp medeniyetin esaslarını tesis etmişlerdir. Eskiden zillet ve meskenet içinde yaşayan Avrupalılar, ticaret ve sanatta zirveye ulaşmış olan Endülüs’ü kendilerine örnek alarak ilerlemiş ve bugünkü duruma gelmişlerdir.
Evet, Endülüs, yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda manen ve maddeten terakki etmiş, çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler, Elhamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa etmiş ve medeniyetin merkezi olmuştur. Dört bin mermer sütun üzerine inşa edilen Medinetülzehra sarayı yirmi beş yılda tamamlanmıştır. Endülüs’te ilim adamlarına ve âlimlere verilen ehemmiyet sayesinde; İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve feylesoflar; Şâtibi ve İbni Hazm gibi müçtehitler, İbni Arabî gibi maneviyat sultanları, nice âlimler, yüksek dehâlâr, mahir kumandanlar ve dirayetli idareciler yetişmiştir. Burada yetişen fazıl ve âlim kişiler, hayat-ı içtimaiyenin terakkisine, âlicenap insanların yetişmesine vesile olmuşlardır.
Nitekim bu gibi âlim ve mütefekkir zatların himmet ve gayretleriyle tasnif ve telif edilen ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki kütüphaneleri doldurmuştur. Melik’in sarayındaki kütüphane katalogu kırk beş cilt, kitap sayısı ise altı yüz binden fazla idi.
Avrupalılar, Endülüs’teki maddi terakkiyi alıp dünyalarını mamur ettikleri gibi, manevi sahadaki gelişmeleri de alabilselerdi, ahiretlerini de kurtarıp ebedî saadete mazhar olacaklardı, Avrupa’nın birçok yerinde kilise yerine camiler yapılacak, kulaklar çan sesi yerine, ezan-i Muhammedî ile dolacaktı. Fakat heyhat!
Avrupalılar, Endülüs’ten sadece dünya cihetindeki terakkiyi alıp, bütün kâinatta Cenab-ı Hakk’ın varlık ve birliğini güneş gibi gösteren delillere, dünyevi ve uhrevi terakkinin vesilesi olan manevi terakkiye göz yumdular, onları terakki ettiren manevi sırları anlayamadılar ve bu noktaya bakamadılar.
Sadece iktisadi ve felsefi sahada kalkınmak insanı mutlu edemez ve bunun adına terakki denilemez. Bediüzzaman hazretlerinin de buyurduğu gibi; “Hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hıususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktır.”[24] Evet, sadece maddi terakki, felsefe ve akıl esas alınarak marifet, fazilet ve ahlak ihmal edilirse, huzur ve saadet temin edilemez. Eksik kalır.
İnsanlığın Yıldızları
Sahabelerin insanlığın yıldızları toplumun en hayırlılarıydı. Zenginlik, onları hizmetten ve Allah yolunda harcamaktan alıkoymadı. Onlar da varlıkla imtihan olundu.
Müslümanlar, Mekke’den Medine’ye hicret ettikten belirli bir süre sonra Yahudilerin elinde bu günkü adıyla bulunmakta olan ticaret piyasasını ellerine geçirmeye başladılar. Medine’nin ticaret hayatına yavaş yavaş hâkim olmaya başlayan Muhacirler, zamanla Medine’nin en zenginleri haline geldiler. Mekke döneminde ticaretle uğraşan Hz. Ebû Bekir, (r.a) Hz. Osman (r.a) ve Hz. Abdurrahman b. Avf, (r.a) gibi zengin muhacirler, sosyal ve manevî sorumluluklarını unutmayarak, kazançlarını yine İslam uğruna ve Müslümanların lehine harcadılar.
“İslâmiyet sosyal ve manevî sorumluluklarıyla birlikte zenginliği teşvik etmiştir. Mesela Hz. Peygamber’in (asm) en yakın arkadaşları olan sahabeler arasında hayli zengin sayılabilecek varlıklı şahsiyetler vardı. Zenginlik, Peygamberimiz (asm) tarafından hoş karşılanmamış olsaydı hiçbir sahabe, maddî yönden güçlü olmaya teşebbüs etmezdi. Ancak varlıklı sahabeler zenginliklerini sosyal hayata yansıtmışlar. Çünkü zenginlik, ancak sosyal ve manevî sorumluluk bilinciyle birlikte Allah katında bir anlam taşıyabilir.
Sahabeler; “dünyanın ziynet ve güzelliğine” aldanmamışlar. Birçoğu yoksulluğu ve açlığı tatmış olmakla beraber, zamanla varlıklı hâle gelmişler. Fakat zenginliklerine rağmen, sade bir hayat yaşamayı tercih ederek özel hayatlarında her türlü şatafattan, gösterişten, lüksten ve israftan uzak durmuşlar. Çünkü onlar, her an varlıkla imtihan olduklarının şuurundaydılar.
Medine döneminde Müslümanların maddi durumu her geçen gün iyiye gidince, Peygamber Efendimiz (asm): “Ben artık Allah’a şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Fakat dünya için birbirinizle yarışıp düşmanlık edeceğinizden endişe ediyorum” buyurmuş
Sahabeler; Peygamberimizin (asm) vefatından sonra yeni bir sürece girerek, yepyeni imtihanlarla karşı karşıya kaldılar. Bir taraftan ticaretin artması, diğer taraftan yeni fetihlerle birlikte çok kısa zamanda çok fazla ganimetler elde edildi. Sonra ganimetler, paraya dönüştürüldü, paralar yeni yatırım alanlarına yönlendirildi ve yeni yeni gelir kaynakları oluşturuldu. Böylece ticaret yapmayan Müslümanlar da bu yolla zengin olmaya başladı. Sahabelerin ileri gelenleri, bu zenginleşme sürecinde hayli manevi tedirginlikler de yaşadılar.
Bunların başında Halife Hz. Ömer(r.a) gelmekteydi. Kadisiye Savaşı, (Bugünkü Kuzey Irak –İran’ olduğu bölgeler) (İslamiyet'in yayılmasının ilk döneminde yer alan geleceği belirleyen bir muharebe olmuştur.) ganimetlerinden bir kısmı Müslümanlar arasında taksim edilmek üzere Medine ye ulaştığında Hz. Ömer,(r.a) hazineleri görür görmez ağlamaya başladı. “Ya Emire’l-müminin; niçin ağlıyorsun? Bugün şükretme günü, sevinç günüdür” denildiğinde Hz. Ömer,(r.a) dünya varlığı ile tanışmaya başlayan Müslümanları düşünerek şöyle dedi: “Bu öyle bir şeydir ki, Cenab-ı Allah, onu hangi topluma vermiş ise, mutlaka aralarında düşmanlık ve dargınlık girmiştir.”
Gafil ve hırslı kişiler için zenginliğin gizli bir tuzak olacağından korkan Hz. Ömer, (r.a) “Onlar, kendilerine verdiğimiz mal ve evlat ile iyiliklerine acele ettiğimizi mi sanıyorlar? Hayır, onlar işin (bu verdiğimiz dünya nimetleri, onlar için bir imtihandır, fakat onlar) farkında değillerdir”[25] ayetinin sırrını çok iyi bildiği için, endişeleniyordu.
Allah, Müslümanları nasıl ki zulümle ve yoksullukla imtihan ettiyse hicretten sonra onları artık başka bir durumla imtihan etmeyi murat etmişti. Bu imtihanın türü de, hemen herkesin arzu ettiği maddî refah, bolluk ve zenginlik idi.”[26]
Sahabelerin örnek alınması gereken özelliklerini
Sahabelerin örnek alınması gereken özelliklerini sıralamak gerekirse:
“İnsanî münasebetler açısından güçlü olmaları:
Zengin sahabeler, kendi dünyalarından ziyade başkalarının dertleriyle yakından ilgilenmek istediklerinden dolayı, güçlü bir sosyal diyalog ağına sahip olmuşlar. Özellikle belirli bir gâye uğruna yaşayan ümmetin fertlerine yönelik sosyal duyarlılıkları daha da belirgin idi.
Sosyal ve manevî statüleri yüksek olduğu halde mütevazı olmaları:
Varlıklı sahabiler, eriştikleri maddî zenginliklerinin yanında manevî yüceliklerini de her zaman koruyabilmişlerdir. Cömertliklerinin yanında alçak gönüllü olmalarından dolayı, toplumun en çok sevilen insanları arasında yer almışlardır.
Yüksek sorumluluk sahibi olmaları:
Sosyal sorumluluk, toplumda yaşayan insanları sevmekle başlar. Bu yönüyle zengin sahabeler, toplumda yaşayan ve özellikle mağdur ve yoksul durumda olan insanlara karşı çok şefkatli olmuş, malın emanetçisi olduklarına inanarak hareket etmişlerdir.”[27]
Asr-ı saadette yaşamış olan zengin sahabiler, zenginliğin hakkını verebilmişlerdir. Günümüzün Müslümanları da cömertliklerini sergileyerek, sosyal duyarlı kalarak hem kulluk görevlerini yerine getirebilirler, hem de toplumda faydalı olabilirler. Çünkü Peygamber Efendimiz bugünün Müslümanlarının da zengin olmaları gerektiğini bizzat ifade etmişlerdir:
Dünyanın Ve Eşyanı Üç Yüzü
“Birinci nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: “Ehâdisinizde dünya tel’in edilmiş cife (pis, leş ve çirkin) ismiyle yâd edilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat dünyayı tahkir ediyor, ‘Fenadır, pistir’ diyorlar. Hâlbuki sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun.”
Elcevap: Dünyanın üç yüzü var:
Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.
• İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
• Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan (hevelerin tamin edildiği) yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.
• Kur’ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları evvelki iki yüzdedir.
Dünyayı Tahkir Edenler Dört Sınıftır.
• Birincisi: Ehl-i marifettir ki, Cenâb-ı Hakkın marifetine ve muhabbet ve ibadetine sed çektiği için tahkir eder.
• İkincisi: Ehl-i âhirettir ki, ya dünyanın zarurî işleri onları amel-i uhrevîden men ettiği için veyahut şuhud derecesinde imanla Cennetin kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâma güzel bir adam nisbet edilse yine çirkin göründüğü gibi, dünyanın ne kadar kıymettar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nisbet edilse hiç hükmündedir
• Üçüncüsü: Dünyayı tahkir eder, çünkü eline geçmez. Şu tahkir dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.
• Dördüncüsü: Dünyayı tahkir eder; zira dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, “Pistir” der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Hâlbuki makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve marifetullahın muhabbetinden ileri gelir.
Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak bizi onlardan yapsın. Âmin, bihurmeti Seyyidi’l-Mürselîn”[28]
• “İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
• Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.
Kur’ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudattan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sair ehlullahın mergub dünyaları evvelki iki yüzdedir.”[29]
Makaleye Bediüzzamanın şu güzel ifadeleriyle bitirmeye çalışalım:
“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”[30] Cenab-ı Hak bizleri imanla çene kapayan kullarından eylesin! Âmin!
[1] Bkz. Sîretu İbn Hişam, 1/266
[2] Bkz. Şemseddin Sivasi, Cihar-ı Yar-ı Güzin, s. 25
[3] Tarihçe-i Hayat, s. 630
[4] Sözler, 23. Söz, 5. Nükte
[5] Dokuzuncu Mektup
[6] Dokuzuncu Mektup
[7] 17. Nota Üçüncü Remiz:
[8] Üçüncü Lem'a Birinci Nükte
[9] 17. Lem’a, 14. Nota, Dördüncü Remiz
[10] Onuncu Söz On Birinci Hakikat
[11] El-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2041; El-Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 5:483, No: 8053; El-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:94
[12] Yirmi Altıncı Lem'a On üçüncü rica
[13] Onyedinci Lemanın Onikinci Notası
[14] Mesnevi-i Nuriye
[15] Emirdağ Lâhikası, s. 173
[16] İbrahim Sûresi, 14:3.
[17] Birinci dünya savaşı öncesinde imzalanan, Osmanlı devleti' nin topraklarının İngiltere ve Fransa arasında paylaşılmasını tasarlayan antlaşma. Antlaşma, adını Fransa' nın Beyrut konsolosu George Picot ve İngiliz diplomat Hugo Sykes' ten almaktadır. (Sykes – Picot ‘Seyko- Piko’ 1- 6 Mayıs 1916)
[17] Bkz. Kastamonu Lâhikası, 74. Mektup
[17] Necm Suresi,39. Ayet
[20] Câmi’üs-Sâğir; C. 1; Nr. 452: sayfa 236
[21] Hutbe-i Şamiye S.41-43
[22] Nursî, B.S. Hutbe-i Şamiye
[23] Necm Suresi, 53/39
[24] Nursî, B.S. Sözler, (Yirmi üçüncü Söz)
[25] El-Müminun: 23/55- 56
[26] Zengin Sahabiler, Prof. Dr. Ali Seyyar
[27] Adı geçen Eser
[29] Adı Geçen Eser
[30] 16.mektup 4. Mesele
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.