Eleştiri ahlakı, Risale-i Nur ve el insaf

Eleştiri, hakikatin ortaya çıkması için cesur yürekler ve usta kalemler tarafından yürütülmesi gereken biraz sarp ve azıcık tehlikeli bir alan. Hakkaniyet, elde bulundurulması gereken en güvenilir miyar. Kimi, neden, niçin ve neye göre eleştireceğini bilmek bu yola girerken atılması gereken ilk adım.

Masum yargılar, hiçbir zaman insafsız önyargılara dönüşmemeli. Eleştirmen, eleştireceği kişi, nesne ve metni kendi anlam dünyasının ilmiğinden, süzgecinden geçirmeli ancak hiçbir zaman kendi mizacının rengiyle onu damgalamaya, yaftalamaya ve tanımlamaya çalışmamalı. Estetik kaygılar, etik ilkelerin yerine geçmemeli. Eylem ve söylem birlikteliği, her türlü tartışmanın ötesinde, bu ameliyenin “mümeyyiz bir vasfı” haline gelmeli.

Yargılardan ziyade önyargılar, etikten ziyade estetik, metinden ziyade kişi, ön plana çıkarsa diğer bir ifadeyle “şekil-zemin ilişkisi” sahici bir zemin üzerine kurgulanmazsa, eleştiri faaliyeti haktan ziyade batıl’a hizmet eder.

İslam fıkhında, bir kişiden küfrü mucip bir söz sadır olduğuna şahit olunsa verilebilecek en adilane tepki, sadır olan fiilin küfür olduğunu fakat sahibi hakkında herhangi bir yorumda bulunamayacağını ifade etmektir. Çünkü “bazen fiil küfür görünür fakat sahibi kafir olmaz.” Özne ile nesne arasındaki ilişki biçiminin sıhhat derecesi, öyle kolayca test edilebilecek cinsten bir mesele değil. İtidal, temkin ve denge bu gibi durumlarda sığınabileceğimiz en güvenli limanlar.

Eleştiri, bir seviye, bir irfan, bir donamın, bir birikim ve hepsinden çok bir dikkat işi. Bazı zaman olur, kalemden akan mürekkep, kılıçtan damlayan kandan daha keskin daha yıkıcı daha sarsıcı olur. İş üzerinden değil, niyet üzerinden, ürün üzerinden değil, sahibi üzerinden çıkarımlarda bulunmak bir kelimeyle yıkımdır.

İşte Abdullah Tekhafızoğlu'na ait “Risale-i Nurun İçyüzü” adlı eleştiri bu tarz olumsuz bir okuma biçiminin klasik bir örneği. Haklı olduğu noktalar hiç mi yok mu? Bence yok ama olsa bile yargıdan çok önyargılar, üründen çok kişi, nesneden çok özne üzerinde durulmuş. Amaç hakikatı ortaya çıkarmak değil sanki, içinde saklı tuttuğu bazı ard düşünceleri ifşa etmek.  Düşmanca ve zaman zaman seviyesizce bir üslup kitabın her satırına sinmiş gibi. Sanki muhatap bir mümin değil de -haşa- azılı bir kafir. Halbuki bahse konu ettiği zat, herkesin az çok tanıdığı, hürmet ettiği ve “cansiperane mücadelesine” hayran kaldığı merhum Bediüzzaman Said Nursi.

Sevenleri tarafından “maneviyat aleminin sultanı” ve muarızları tarafından ise “günümüzde bir asr-ı saadet müslümanı” payesine layık görülmüş bir zat’a ağzı alınmayacak sıfatları reva görmek, aklı başında, haktan, hukuktan, adaletten minnacık nasibi olan, hiçbir müminin sarf edebileceği sözler değil. Hayata, olaylara ve kişilere mümince, müslümanca yaklaşmayı her defasında bizlere tavsiye eden mukaddes kitabımızın hiçbir cümlesinde hatta kelimesinde bu tarz bir eleştiriyi haklı çıkartacak bir ifadeye rastlamak olası değil.

Allah dışında hiç kimsenin hatadan beri olmadığı, insan sınıfı içine giren her mahlukun nisyan ile malul olduğu, en ami bir müminin bile rahatlıkla kavrayabileceği muhkem bir kaziye iken ‘devasa!’ bir çalışmaya imza atmış birinin bunu anlamaması ya da anlamamazlıktan gelmesi cehaletten başka hangi terimle ifade edilebilir?

Bazı malum çevrelerin yıllardan beri dillerine pelesenk ettikleri ve hiçbir zaman anlamaya yanaşmadıkları tanıdık hikaye: İşarat-ı ğaybiyye. Evet işarat-ı gaybiyye, ebced, cifir, cevşen, celcelutiye, erzuce gibi İslami kültüre ait kavramların genel-geçer bir bağlayıcılıklarının olmadığı/olamayacağı sadece birer “kanaat” olduğu her aklı başında mü’minin malumudur. Bediüzzaman merhumun da böyle bir iddiası yok zaten. Bu kabil mevzular hizmet sistematiği içinde ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü dereceden bir yer tutar. Yirmi yılı aşkındır belki binlerce umumi ve hususi sohbete katılmış biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bir defacık bile olsa bu kabil mevzuların okunduğuna şahit olmadım. Adalet terazisine vurduğumuzda, Bediüzzaman Said Nursi’nin iyiliklerinin kötülüklerine (varsa şayet) fersah fersah racih geldiği, düşmanlarının bile itiraf etmekten çekinmediği bir gerçektir.

Hele onu, Gurabi, Rafizi, Karmati, Melami gibi sapık ve sapkın akımların gizli bir savunucusu olarak takdim etmek yerden asumana kadar, büyük bir iftira, aşağılık bir itham ve alçakça bir bühtandır. En merhametsiz düşmanların dahi tenezzül etmeye değer bulmadığı seviyesiz ve ciddiyetsiz bir taarruzdur bu.

Bediüzzaman’ın küfür ve ilhad taifesine karşı en zor zamanlarda sergilemiş olduğu, ‘celadetli duruş’ ve hayatı boyunca dünya nimetleri namına hiçbir şeye tenezzül etmeyip onları ellerinin tersiyle geri itmesi, takdir ve tahsin edilmesi gereken çok yüce bir duygu iken, bunu görmezlikten gelerek onu ard niyetli ve bozuk itikatlı biri olarak lanse etmeye çalışmak hangi hakkaniyet ölçüsüyle bağdaşır?

Kısacası ülkemizde en radikalinden en ılımlısına varıncaya kadar bütün cemaatlerin Bediüzzaman’ın ‘cihanpesendane ve cansiperane’ mücadelesini takdir etmeleri,  alkışlamaları, olaya insaflı yaklaşabilmek açısından, yeterli bir kanıttır. Bediüzzaman dışında, maşeri vicdan nezdinde böylesine umumi bir kabule mazhar olabilmiş kaç talihli sima var?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
11 Yorum