En meşhurumuz: ölüm

Meşhur sinemacı Woody Allen:
"Ben eserlerimle ölümsüz olmak istemiyorum. Ben kendim ölümsüz olmak istiyorum" diyor.

Lokman Hekim, meşhur, her derde bir devası var da, ölüm karşısında O da çaresiz.

Her şey, herkes ölümlüyken ve ölüm her yerdeyken bir türlü öldürülemiyor. İnsan güçlendikçe ölüm de güçleniyor.

Meşhur oldukça insan, ölüm daha da şöhret kazanıyor. Her sahnenin sonunda ölüm çıkıyor. Her filmin son karesi ölümle bitiyor. Son alkışı ölüm alıyor. Son duayı da...

Geliyor ve geçiyor kareler, sahneler, insanlar, olaylar... Hepsini birleştiren son düğümü atan hep ölüm oluyor.

Zaman değişiyor, asır başkalaşıyor.. her şey yer değiştiriyor.. sûretler değişiyor; ancak ölüm, her görüntünün altından çıkıyor, buluyor. Son görüntüye imza atıyor.

**
olum.jpgİnsan hafızası ölüm resimleriyle dolu... İnsan ömrü.. her saat, her gün, her mevsim, her yıl kendi ölüm karelerini biriktiriyor. En büyük pozların altında hep ölüm..

**
Her karenin ışıklarını söndüren ölüm, her mekanı son terkeden yine ölüm... Her ortamı temizleyen de ölüm...

Düşünsenize.. ölüm olmasa ve her şey ölmeden ortada kalsa; yaşanılacak ne mekan, ne ortam bulunurdu. Dedesi, dedesinin dedesi ve onların dedeleri, o eskimiş neredeyse çürümüş vücudlarıyla yanında bulunsaydı...

İnsanı kokuşmuşluktan kurtaran ölüm... Medeniyet ölümü istemese de medeniyeti kuran da ölüm.. 

Ölüm, belki de en çalışkanı, en faydalısı ve yine de en tartışılanı... Her derdin ilacı, hem de ilacı olmayan bir dert... Hem insanları çürümekten kurtaran, hem de çürüten yaşayan derileri bir anda...

Ölüm hem en çok kızılan, kırılan, ama her hastanın beklediği, acıların dostu, kaygıların sığınağı... Hem istenen ölümsüz olmak; hem de yer bulunamadığından ve de zamansızlıktan yine de ölmek en güzeli...

**

Ölüm hep bir rolle ve karakterle geliyor. Bazen umulmadık bir kazayla, umulmadık bir suretle ve kısa bir rolle görünüyor ve filmi başında kesiyor.

Bazen de bir hastalıkla... Uzun, acı ve hüzünlü bir elbiseyle.. her yırtılışında derisini de alarak zevkin, yemenin, içmenin... Etrafını da sürekli hastalıktan bahsettirerek.. sonra yavaş yavaş belleklerde sahne almaya başlayarak...

Uzun süre etkili bir ilaç gibi...
Ya da, sessizce yayılan bir zehir gibi... Ama sonunda beklenen bir son karede görünecek meraklı yabancı gibi...

Ya da uyku elbisesini giyip her gece evine girip sabahın ışıklarıyla sessizce çıkıp giden bir içimizdeki yabancı...

Hastalığı kendine mesken tutan ve hastalık ilerledikçe bütün açıklığıyla beliren büyük bir aktör, ölüm...

Hastalık bitince ölüm gelmiş demektir, ölüm gelince de hastalık bitmiştir... Artık uyumuyorsak öldük demektir. Ya da, uyku gelip de gitmemişse...

**
Yaşamak, başka hiç bir sebep olmasa da tek başına ölüme gidiş demektir. Nefes alıp vermek, her yeni hücre bölünmesi, kalbin her atışı, ölümün ayak sesleridir aslında...

İhtiyarlık, saçlara düşen aklar, belin bükülmesi, nefesin yavaşlaması, hareketin azalması insanı ölüme dönüştüren yeni hayatını gösterir. İnsan, bu haliyle ölümün taklidini yapmaya başlamıştır. Böylece bir insanın ölüme öykünmesiyle, ölümü çağırması demektir...

Ölüm, çağrıya karşılık verecektir... İhtiyarlık son sözü söyleyecek büyük aktörü bekleyen bir oyuncunun heyecan ve çekingenliğini hareketleriyle gösterecektir.

**
Bediüzzaman'ın 'Hastalar Risalesi' hastalığı; 'İhtiyarlar Risalesi' de ihtiyarlığı ölüm karşısında kazanılmış bir rolde insanı büyütecek şifreleri açmıştır.

Ölümün karşısında sıkılmadan, gizlenmeden ve merdane yüzüne gülümseyerek görünmekle (ve ona enis olmakla) sağlayacak bir sırlar yumağıdır bu iki eser...
Uzun bir yaşanmışlık eseridirler ( diğer eserlerinin aksine)...

Ömrü hastalık ve ihtiyarlıkla geçmiş bir insandır Üstad; maddi vücudu kendisine rahat vermediği gibi, dünya da istememektedir rahat yüzünü... Ömrü savaş meydanlarında, memleket hapishanelerinde, mahkeme salonlarında geçmiş, dünya lezzeti namına birşey bilmemektedir... Osmanlının ihtiyarlığı, ölümü; mevsimlerin ihtiyarlığı ile ard arda göçüp gitmesi, gençliğin bir ecel gibi ihtiyarlığa dönüşmesi ile gurbet içinde gurbetlere, memleket içinde memleketlere sürülmesi.. Bediüzzaman'ı Çamlıca tepesinde, Ankara kalesi ve Van kalesinde bir sorgu meleği gibi yakalaması, iç hüzünleri, ayrılıkları.. ölümü yaşamaktan ziyade görmesi ile bir dostluğa ve ölüm gelmeden ölümü yaşamaya ve ölümün rolünü de kendi oynamaya iten 'ölmeden önce ölenler' içine atlamasına.. (Sanırım Lokman Hekimden de beklenen buydu.)

Her iniş yeni bir coşku ve müjdedir...

Müjde! Ölüm idam değil, yokluk değil.. Bir yer değişikliğidir, tebdili mekandır... Ve büyük bir rahatlıktır, ferahlıktır... Ahbaplara kavuşmadır... Efendimizi (asm) görmek için yola çıkmaktır. Sahibine (cc) açılan bir görüş kapısıdır...

Hem de bir kapıcıdır ölüm; sevimsiz yüzü ciddiyetindendir. Herkesi ve herşeyi içeri aldıktan sonra, kapıyı kapatıp kendi de girecektir.

**
Woody Allen,  sonuçta diyor ki: "Ölmekten korkmuyorum, ama o sırada orada olmak istemiyorum."

İşte bu olacak şey değil.

Yalnız ölmek veya öldüğünü görmemek; ya da ölümünü göstermemek... Bunlar yalnızca ölümün kendisine mahsustur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum