Ahmet AY
Keramet saplantısı veya inayete körlük...
“(...) Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp tesbih etmesin; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. (...)” (İsra sûresi, 44’ten...)
Bediüzzaman’ın, felsefe üzerinden modern bilimleri eleştirirken, onların ilgiye değer bilgiyi arayışlarında hep sıradışı olana konsantre olmalarını yanlış bir konumlanma olarak gördüğünü; çünkü sıradanlaştırılan herşeyde aslında Cenab-ı Hakkın pekçok harikasının saklı olduğunu söylediğini biliriz. Mesela 20. Söz’de, Cenab-ı Hakkın, insanlara taşları misal vermesindeki hikmet, ülfet/sıradanlaştırma perdesi kaldırılarak anlatılır.
Aslında peygamber mucizelerinin şekli de, devrin insanlarının sıradanlığı aşmada yaşadıkları güçlükle ilgilidir kanaatimce. Cenab-ı Hak, bu kabiliyetini yitirmiş olan münkir gözlere, o sıradanlığı, peygamberleri eliyle kırmak suretiyle bir ‘hayret tedavisi’ uygular. Ama çokluğuna rağmen nihayetinde bu mucizeler tebliğde asıl değildir. Asıl olan, zaten varolan harikalardır. Ve Kur’an, peygamber mucizelerinden çok, sıradan saydığımız harikaları bize misal gösterir. Onları örnek vererek bizden doğru yolu bulmamızı ister.
Peki, bu anlamda bizde bir felsefe tortusu var mı? Olmadığını söylemek güç. Sıradışı olanı görme sevdası, sanıyorum, ilerleyen zaman dilimlerinde velilerde keramet görme sevdasına dönüşüyor. Asıl olan o değilken ve kainatta doğru bir nazarla bakıldığında herşey bir mucize eseriyken, insanlar, inatla harikalar görmek istiyorlar. Hatta bazı zaman oluyor, sermayesinin ne olduğuna dikkat edilmeden; dilinin ne söylediğine bakılmadan insanlara bu gibi harikalarla bağlanabiliyorlar. Böylece hidayet bulayım derken dalalete sürüklenebiliyorlar.
Barla Lahikası’nın başında yer alan Yedinci Risale olan Yedinci Mesele’de bu açıdan bakılınca büyük dersler olduğunu düşünüyorum. Bu risalenin sebepler bölümünde inayet, muvaffakiyet, ikram, keramet, i’caz şeklinde bir sıralamayı öğreten Bediüzzaman; işaretler bahsinde kerameti öteleyerek inayeti musırrane önüne geçiriyor. Eser-i inayet ve işaret-i gaybiye dediği iki şeyi; kerametten öncelikli olarak anıyor. Adeta kerametlere değil, bunlara konsantre olunmasını istiyor. İnayet dediği şeye örnekler vererek, aslında kafamızda hiç de harikalık gibi durmayan birşeye hayret etmemizi öğütlüyor: Nurlardaki ilmî başarıya...
Sizi bilmem, ama ben bu bahisleri okuyuncaya kadar inayetin böyle bir yerde saklı olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü bence keramet, yani kanunların sizin hatırınıza Cenab-ı Hak tarafından delinmesi, böyle ilmî başarılardan daha üst birşeydi. Hatta böyle şeyler elinden zuhur eden insanları, ilmî başarıya sahip insanlardan daha üst olarak görürdüm. Öyle bir terbiyeyle büyümüştüm çünkü...
Fakat burada Bediüzzaman, öyle bir eserlerinin başarısını aktarıyor ki, insan ister istemez “Acaba?” diyor. “Acaba, Cenab-ı Hakkı anlatan bir eserin ilmî başarısı, kerametler üstü bir inayet midir?”
İşaretlerden benim aldığım ders şu: “Evet, öyledir.” O eserlerin şimdiye kadar başarılamayan tarzda karmaşık meseleleri izah etmesi, çok zor koşullar altında yazılması da Bediüzzaman tarafından inayet tahtında inceleniyor işaretlerde. İnayetin kerametten farkı, onun daha kollektif bir arzuya karşılık gelmesi olarak netleşiyor dimağımda. Bu eserler, bir kişinin değil, toplumun duasının neticesi olarak meydana çıkıyor.
Risale-i Nur’dan alınabilecek böyle çok ders var. Müellifi tarafından bin yıldır birikmiş problemlerin çözümü olarak tarif edilen Risale-i Nur’un hakikaten bu tarife mazhar olması, biraz da yaralarımıza mukabil devalara aramakla mümkün. Ben işte bu metinde, kişileri eserlerin önüne koyma hastalığıma bir deva buldum. Kerameti, inayetten önce ele alma hastalığıma da... Ne diyelim: Cenab-ı Hakk yaralarımıza böyle şifalar bulabilmeyi nasip eylesin, amin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.