Mehmet Ali KAYA
Ene / Enaniyet
Ben anlamına gelen ene kelimesi Arapçada zamir olarak birinci tekil şahıstır. Enaniyet ise Ene zamirinin masdar ismi olup terim olarak Egoizm/benlik ve bencillik, gurur ve kibir, yani kendini beğenmeyi ve nefsini öne çıkarmayı ifade eden bir terimdir.
Kurân-ı kerimde Ene zamiri nefsi ifade eden bir kelime olarak kibir ve gurur anlamında Firavunun Ben sizin büyük rabbinizim (Naziat, 79:24) sözü ile ifadesini bulduğu gibi, kibir ve gurur taşımamak kaydı ile Ben bir uyarıcıyım (Araf, 7:118) Ben de sizin gibi bir insanım (Kehf, 18:110; Fussilet, 41:6)) ayetlerinde ifade edilmiştir.
Yüce Allah kendi zatı ile ilgili olarak Biz Kurânı indirdik (Hicr, 15:9) Sizi rızıklandıran biziz (İsra, 17:31) Biz biliriz (İsra, 17:47) Ölüleri biz diriltiriz (Yasin, 36:12) ayetlerinde sebeplere de değer vermiş ve Biz kelimesini kullanmıştır. Rabbiniz benim (Taha, 20:12) Ben seçtim (Taha, 20:13) ayetlerinde olduğu gibi zatını öne çıkardığı ve sebepleri ortadan kaldırarak doğrudan kendisinin yaptığı işlerde ben kelimesini kullanmıştır.
Bu ayetlerden anlaşılan husus, insanın kendisini tanıması ve kendisine değer vermesi normaldir. İnsanın kendisini bilmesi ve tanıması varlığı ve kendisi ile beraber varlığı yaratıp bir bütün haline getiren ve ihtiyaç silsilesi ile birbirine bağlayan Allahı tanımasına vesiledir. Bunun için Nefsini/kendisini bilen Rabbini bilir denilmiştir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu konuda yazdığı Ene Risalesinde Ene, künûz-u mahfiye olan Esma-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahai anahtarı olarak bir muammay-ı müşkil-küşâdır, bir tılsım-ı hayret-fezâdır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muamma, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar (Sözler, 2004, s.873) demektedir. Enenin gerek Allahı gerekse Kâinatı tanıma ve anlamada bir anahtar rolü olduğunu ifade etmektedir.
Enaniyet insanın kendisini öne çıkarması ve benliğine değer vermesi demektir. İnsanın bedensel ve dünyevi yönüne Nefis denilmektedir. Nefis insanın hayvani yönüdür. Yemek, içmek, neslini devam ettirmek ve dünyevi menfaatlerini takip etmek insanın nefsinin gereğidir. Cisimden ibaret olan bedenin görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyguları hep beden ile ilgilidir. İnsan bedeni gerçek zevklerin kaynağıdır. Gözün gördüğü manzaralar ve bütün güzellikler, kulağın algıladığı bütün frekanslar ve sesler, burunun aldığı enva-ı çeşit kokular ve dilimizin aldığı bütün tatlar insanın zevkine hitap etmektedir.
Bütün bu zevklerin ve güzelliklerin algılanması sıhhat ile mümkündür. Hastalık ve azalardaki bir bozukluk insanı bütün bu güzelliklerden mahrum eder. İnsan hasta ve dertli olduğu zaman nefis nereye gitmektedir? Nefis arzular bütünüdür. Bu durumda insanın arzu ve istekleri söner. Nefis de gizlenir, fonksiyonlarını yerine getiremez olur.
Nasıl ki toprak, hava, su ve ışığa nispeten karanlıklı ve kesafetli olmakla beraber yüce Allahın masnuatının bütün nevilerine medar ve menşe olmakla hava, su ve ışığın fevkine çıkar. Onlardan daha ziyade kıymet kazanır. İnsan nefsi de tezekki etmek şartı ile cismani lezzetleri alarak şükretmek ve yüce Allahın isim ve sıfatlarının tecellileri ile tanıyarak bütün masnuat-ı ilâhiyenin değerini anlama noktasında ruh ve kalbin fevkine çıkmaktadır. Bundan dolayıdır ki ahiret hayatı cismanidir. Cennet bütün lezaiz-i maneviyeye medar olduğu gibi, bütün lezaiz-i cismaniyeye de medardır. (Sözler, 2004, s. 808)
Nefis topraktan yaratılan insan bedeni olup bedensel zevklerin kaynağı denebilir. Yemek, içmek, giyinmek, görmek, koklamak, dokunmak, tatmak gibi insana zevk veren duygular ancak maddi bedenle gerçekleşir. Ruhun bu zevkleri tatması için yüce Allah bedende her duyguya uygun zevki alabilecek birer aza görevlendirmiştir. İnsan ruhu bu aza ve aletlerle kâinatı ve varlığı algılar. Bunlar göz, kulak, burun, dil ve deridir. İnsan harici âlemde Allahın yarattığı varlıkları bu aletler ile görür ve o âlemlerden istifade eder. Göz ile renkler ve şekiller âlemini, kulak ile sesler âlemini, dil ile tatlar âlemini, burun ile kokular âlemini, deri ile de ısı, katılık, yumuşaklık gibi varlıkları hisseder ve anlar. Bir azası eksik olanın ruhu mükemmel de olsa istifadesi imkânsız olur.
Nefis nefsanî duygular dediğimiz yemek, içmek, görmek, işitmek vb. duygularla beslenir. Nefsin ölmesi insanın bu gibi duygularının çalışmaması demektir. Örneğin insan hasta olduğu ve büyük bir sıkıntı içinde bulunduğu zaman nefsanî duygular uykuya çekilir, yani bir nevi ölür. Nefsi öldürmek ise bu duyguları işlevsiz hale getirmek demektir.
İnsanı saray gibi bir binaya benzeten Bediüzzaman o sarayın ehlini ve sakinlerini insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda her bir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler (Sözler, 2004, s. 514) diyerek Allahın insana nefsi verme amacının insan ruhunu barındıran beden sarayını korumak olduğunu ifade etmektedir.
Dolayısıyla beden sarayında padişah hükmünde olan ruhun, vezir mesabesinde olan aklın ve kalbin terakki ve tekâmülünü sağlamak ancak nefsin görevini amacına uygun yapmasına bağlıdır. Beden sarayını koruma amacı ile tutulan bir bekçinin yönetimi ele geçirerek ruhu ve aklı esir alması ve kalbi istediği gibi yönlendirmesi elbette büyük bir yıkımdır. Bu insanın amacından sapması ve yaratıcının hikmetine aykırı davranmasıdır. İşte o yüksek letâifi nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir ifadesi bunu anlatmaktadır.
Nefis Allahı düşünmez, Allaha kul olmakta uzaklaşır da dünya hayatını gaye ve amaç edinir, daima onun için çalışırsa o zaman nefis hesabına hareket etmiş, benlik ve enaniyetini güçlendirmiş olur. Bu durumda da daima tahribe ve şerre yönelir. Hayal peşinde koşmaya çalışır. Ruhun tüm duygularını ve aklı kendi istek ve arzuları peşinde koşturur ve onları yüksek duygu ve düşüncelerden mahrum eder. Daima kendine zararlı maddelerle beslenen ve sonunda çürüyen bir çekirdek gibi çürür gider. (Sözler, 2004 s. 512-516) Bu durumda nefis insanın en büyük düşmanı olur. (Keşful-Hafa, 1:43)
Nefsini terbiye ederek aklın ve dinin yoluna girmeyen, nefsinin arzularını kendisine ilah edinerek (Furkan 25:43) onlar için çalışan ve kendisini seven başkalarını sevemez, daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır, riyakârlık, hodfuruşluk ve dalkavukluk gibi kötü durumlara düşer.
Nefis menfaatlerde kendini zararlarda ise daima başkasını düşünür, suçu üzerine almaz ve kendini daima iyi bilir ve kendini avukat gibi müdafaa eder. Çocuk gibi hissini ve hevesini memnun etmek için en değerli şeyleri değersiz menfaatleri uğruna feda eder.
Eğer insan nefis ve şeytanı dinlerse esfel-i safiline düşer, cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer; eğer Hak ve Kuranı dinlerse alay-ı illiyyine çıkar, cennete layık bir kıymet alır. Bediüzzaman nefsin bu durumlarını küçük sözlerde ve bilhassa 23. Sözde çok güzel tahlil etmiştir.
İnsanın değeri beden ve nefis yönü ile değildir. Beden yönü ile insanın sair hayvanlardan hiçbir farkı yoktur. İnsana değer veren insanın yüklenmiş olduğu kutsal ve önemli görevidir. Nasıl ki padişah ile köle insan olarak birdir; ancak yüklenmiş olduğu görev ve sorumluluk yönü ile makam ve mertebe sahibidirler. İnsan da bitkisel ve hayvani yönü ile diğer canlılardan farklı olmamakla beraber Allahın sevgisine muhatap olma ve Allahın kendisine yüklemiş olduğu görev ve sorumluk itibariyle diğer canlılardan ayrılmaktadır. Bu görev ve sorumluluğu yerine getirip getirmemesi ile ceza ve mükâfatı hak etmektedir. Ceza ve mükâfat da ancak sorumluluğun derecesine göredir.
İnsanı vazife sorumluluğundan alıkoyan en önemli husus nefsin zevklerine meftun olarak vazifesini unutması ve dünyanın nefsi cezbeden güzelliklerine ve nefsin ihtiraslarına esir olmasıdır. Bu durumda insan Allahın kendisine bedenini koruması için verdiği öfke, neslinin devamını sağlamak amacı ile verdiği şehvet duygusunu da nefsinin emrine verir. Esfel-i Safilîne diğer hayvanlardan daha aşağı derekeye düşer ve cehenneme ehil olacak derekeye sukut eder. Böylece ebedi cezayı hak eder.
Nefis devekuşu gibidir. (Mesnevi, 2006, s. 291) Kendi menfaatine olan şeyi görür ve alır. Bundan dolayı nefis menfaatlerin kaynağıdır. Kişi menfaatini terk etme fedakârlığı göstermediği müddetçe nefsini mağlup edemez. Menfaatperest nefisperesttir.
İnsan Nisyan kökünden gelen bir kelimedir. Bundan dolayı nisyana yani unutmaya müpteladır; unutkandır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. (Mesnevî, 375) Nefisperest bir insana bir iş, bir ibadet teklif edildiği zaman başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Ama bir menfaat dağıtımında liyakati ve hakkı olmadığı halde bir zerreyi bile terk etmek istemez. Nefsini ıslah eden ise hizmette ileri ücrette geri durur.
Yüce Allah Kuran-ı Kerimde Allahı unutan ve bu sebeple Allahın nefislerini unutturduğu kimseler olmayın. İşte fasıklar onlardır (Haşr, 59:19) buyurarak nefsi Allaha ve dine hizmette unutanların fasıklar olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Her varlık kendisinden üstün olana hizmet etmekle şeref sahibi olur. Varlıklar içinde en eşrefi insandır. Bunun için tüm varlıklar insana hizmet ederler. İnsan da ancak kendisinden üstün olan yüce Allaha hizmet etmekle şeref kazanır. Allahı unutan elbette kendisinden daha aşağı varlıklara hizmet ederek insanlık şerefini ayaklar altına almış olur. Böylece nefis büyük bir zillete ve hakarete düşer. Ama ne var ki devekuşu gibi başını kuma sokarak kurtulma sevdasındadır. Hâlbuki bütün gövdesini dışarıda bırakarak avcılara kolay bir hedef olur.
Elhasıl, Sen, eğer nefis ve şeytanı dinlersen, esfel-i sâfilîne düşersin. Eğer Hak ve Kurânı dinlersen âlay-ı illyyîne çıkar, kâinâtın güzel bir takvimi olursun. (Sözler, 526)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.