Erdem AKÇA
Duyguların Dengesizliği ve Halifelik Meselesi
Soru: Bediüzzaman Said Nursi 4. Lem’a adlı eserinde Sünni ve Şiilerin halifelik konusuna bakışını nasıl inceliyor?
Cevap: Bediüzzaman 4. Lem’ada ifrat-tefrit çerçevesinde meseleye yaklaşır. Orada Şiilerin Hz. Ali’ye (KV) karşı olan muhabbetlerindeki ifrat işleniyor. Dinî konularda ifrat-tefrit iyi değildir, zarar vericidir. “Ümitsizlik” isimli kitabımızda bir bölümde ifrat ve tefrit ile dindarların ahlaken Hıristiyanlaştıklarını ve Yahudileştiklerini yazmış, bazı sahabelerin dünyadan el-etek çekme taleplerinin Hz. Peygamber’ce (ASM) doğru karşılanmadığını, Onun sünnetinin bu olmadığını beyan eden ifadelerini aktarmıştık. Söz konusu bu yerde de “sevgi” konusunda aşırılığa dair uyarılar bulunuyor.
Çünkü tecrübeyle sabit ki sevme sıfatı, bir kişiye odaklandığı zaman sevdiğini yere-göğe sığdıramaz. Sevilen eğer Allah değil de bir kul ise, onu en mükemmel olarak görmek ister. Onunla zıtlaşanları düşman beller. Onlar aleyhine dil uzatır. Hz. Ali (RA), Cemel savaşında Hz. Zübeyr, Hz. Talha ve Hz. Aişe (R.Anhum) başta olmak üzere kişilerle çarpıştığı için Şiiler onlardan nefret ederler. Bir tek İranlı adam yoktur, Zübeyr ve Talha isminde; bir tek kadın yoktur Aişe adında… Hakikat ve din noktasında bu, yanlıştır. Ayrıca bu muhabbet sonucu “Efendimiz’in (ASM) hilafeti Hz. Ali’nin hakkıydı” gibi delili olmayan bir yanlışa kapıldıkları için Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ömer’i ve Hz. Osman’ı hilafet kürsüsünün hırsızı olarak görüyorlar. Sosyal medyada yayınlanan videolar, yazılı kaynaklara bakıldığında görülüyor ki, Şiiler ilk 3 halifeyi şeytandan ve kâfirlerden daha beter sayıyorlar. Ayrıca işin içine siyaset ve milliyetçilik de girince, Hz. Ömer (RA) onların Mecusi Sasani devletini 10 yıl içinde bir daha kurulmaz surette yıktığı için, İran milliyetçiliği ve İran sevgisi onlarda Ömer düşmanlığına yol açtı. Bu düşmanlığı ise sinsice Ali sevgisi altında gösteriyorlar. Bir Arap darb-ı meseli bu konuyu şöyle ifade eder: “Lâ lihubbi Aliyyin bel li buğdi Umer” (Ali’nin sevgisinden dolayı değil, Ömer’e öfkesi ve nefretinden Şii oldu).
Tarihen sabittir ki İran’a İslamiyet, Hz. Ömer (RA) vesilesi ile girmiştir. Ona karşı düşmanlık ve Onun idaresinden pişmanlık, neticede İslamiyet’ten pişmanlıktır. Kendisinin fani hayatını İslamiyet ve Kur’an nuru ile ebediyete eriştiren, ölümü bir tebdil-i mekan olarak gösteren ve görme imkanı veren bir zâta karşı kin ve nefret, ya eline geçen elması cam parçası zanneden bir gaflet ve cehalete dayanır veyahut muazzam bir nankörlük ve hıyaneti bildirir.
Sevme duygusunda aşırılıklar her zaman olmuştur. Hıristiyanların Hz. İsa’yı (AS) putlaştırmalarında olduğu gibi… Kur’an diyor “İsa’nın durumu Allah katında Âdem’in durumu gibidir.”[1] Hz. İsa’nın (AS) yaratılışındaki mucizeye ve sıra dışı duruma takılıp ondaki kudret sıfatına dayalı mucizelere hayran olup aşırı sevgiden Onu (AS) putlaştıranların öncelikli olarak Hz. Âdem’i (AS) putlaştırmaları gerekir. Çünkü O hem babasız hem anasızdı. Oysa Hz. İsa’nın (AS) anası vardı. Hem onun mucizesi ilme ve hikmet sıfatlarına dayanıyordu; bütün eşyanın isimlerini, vazifelerini, onların dayandığı Esma-yı Hüsna’yı meleklerden ve İblis’ten yani cinlerden öte seviyede biliyordu. Ki ilmî ve hikmetî mucizeler bütün zamanlarda görünen hakiki mucizelerdir. Hz. İsa’nın (AS) mucizeleri ise sadece o anda görünen ama şu an görünmeyen kudret mucizelerdir. Hıristiyan ruhanileri bu tarz keramet ve mucizelere “Kudret işleri” diyorlar.
Bu noktada Bediüzzaman uyarıyor: “Hz. Ali’yi (RA) sevmek güzel ama aşırılık yanlıştır. Onu sevmek, Raşid Halifeleri sevmemeyi gerektirmez bilakis destekler. Çünkü Hz. Ali (RA) onların şeyhülislamı ve fetva merciiydi. Bu cihetten Hz. Ali’yi (RA) hakka uygun şekilde, hak ettiği miktarca seven Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir.”
4 Halifenin Sıralanmasına Dair Kur’anın İşaretleri
Said Nursi Mektubat kitabının Hz. Peygamber’in (ASM) mucizelerine ayrılmış olan 19. Mektub kısmının ilk bölümlerinden birini Hz. Ali (RA) bahsine ve Onu sevmeye ayırır. Orada der ki: “Bir kişiyi Allah için, mana-yı harfî ile sevmek, başkalarını yermeyi gerektirmez. Fakat kişiyi Allah için değil, kendisi için sevmede başkalarını eleştirme ve yerme olur. Ona muhalif olanları küçülttükçe Onun yüceldiğini zanneder. Bu cihetten madem Şiiler Hz. Ali sevgisinden dolayı Hz. Ebu Bekr, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr ve Aişe’ye (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) düşman oluyorlar. O halde onların Ali’yi sevmeleri Allah için değildir.”[2]
Bu cihetten Şiiler, kişilere takılırlar. Onların alenen sergilemedikleri sıfatları onlarda görmeye çalışırlar. Hz. Ali’nin (KV) babası, Hz. Peygamber’in (ASM) amcası ve himayecisi olan Ebu Tâlib’i “Ölüm anında iman etti, aslında imanlıydı” gibi iddialarla Âhirete imanlı göndermeye çalışıyorlar. O zaman denilmez mi, madem o derece imanlıydı neden kardeşi olan ve Hz. Peygamber’in de amcası olan Hz. Hamza’nın (RA) yaptığı gibi yapıp alenen imanını ilan etmedi? Buna engel neydi? Öyle yapsaydı, İslam Mekke’de daha güçlü olup Haşimoğulları’nda daha hızlı yayılmaz mıydı?
Tarih gösteriyor ki bu olmamış. Demek ortada bir problem var. Bu meseleyi inceleyen Said Nursi şöyle der: “Ebu Talib, Resulullah’ın zâtını severdi; Onu Allah’ın elçisi olarak görmezdi. Onu Allah’tan dolayı sevmiyordu. Bu yüzden de, başka duygular ve Cahiliye kalıntılarından dolayı iman etmiyordu.”[3] Kişi nasıl yaşarsa öyle ölür sırrınca ölümü de maalesef bu yetersiz muhabbet üzerine oldu. Bu çok ciddi bir durumdur.
Ehl-i Sünnet’in sevgisi, kişilere Allah için değer vermedir. Kişilerin Allah’a yakınlıkları, Allah için yaptıkları hizmetler, ettikleri fedakârlıklar, başkalarının Âhireti konusundaki çabaları ve gayretleri onların kıymetini ve üstünlüğünü gösterir. İslam’ın direkleri hükmündeki ilk sahabelerin çoğu Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın (R.Anhum) vesilesiyle iman ettiler. O devirde Hz. Ali (RA) daha küçük bir çocuktu. Hem onlar bu yolda işkenceye de uğradılar. Onları koruyan Ebu Talib gibi bir kabile reisi babaları yoktu. Hz. Osman (RA) dinini yaşayamadığı için eşiyle Habeşistan’a gitti. Sonra Mekke’ye geri geldi. Ayrıca Hz. Ali (RA) gibi Medine’ye de hicret etti. Bu cihetten 2 hicret sahibidir; Hz. Peygamber’in (ASM) 2 nuruyla evlidir. Bu 2 yönden de Hz. Ali’den (RA) üstündür. Ayrıca onların devirlerinde İslam çok yayıldı; kalplere girdi. Oysa Hz. Ali (RA) devrinde fitne ve kargaşa çıktı, dahilî harpler oldu.
Bütün bunlar Ehl-i Sünnet’te şu kanaate yol açtı: “Hilafete liyakat, ilk 3 halifede idi. Buna Kur’anda da işaret vardır. O yüzden sıralama böyle oldu.” Nisa suresi 69. Ayetteki “Mine’n-nebiyyîne ve’s-sıddıkîne ve’ş-şühedâi…” ifadesi Hz. Peygamber (ASM) ve sonrasında İslam devletinin başına geçecek kişilerin sıfatlarını özet olarak bildirir. Fetih suresi son âyet ise
“Vellezîne meahu” (Onun maiyetinde olmakla bilinen) lafzıyla Hicret’teki maiyyet-i nebeviyeye mazhariyetle Hz. Ebu Bekir’e…
“Eşiddâu ale’l-küffâr” (Kâfirlere karşı çok şiddetlidirler) lafzı ile küfür, şirk ve nifakın en şedid düşmanı olarak Hz. Ömer’e…
“Ruhemâu beynehum” (kendi aralarında çok şefkatlidirler) lafzıyla hilafet gömleğini çıkarmasını isteyerek evini muhasara edenlere karşı kılıç çekip kan dökülmesini şefkatinden istemeyen ve kendisi şehid edilen Hz. Osman’a (R.Anhum) “müstetbeatü’t-terâkib” yoluyla işaret eder.[4]
Ayrıca Hilafet, krallık gibi değildir. Babadan oğula geçmez. Fakat Şiiler istiyorlar ki, 12 İmam gibi bu iş silsile olarak Haşimoğulları’nda kalsın. Oysa Hz. Peygamber (ASM) “Halifeler, Kureyş’tendir”[5] diyor; “Haşimoğulları’ndandır” demiyor. Dese iş hilafet değil, saltanat olurdu. Emevilerin yaptığı gibi…
Liyakat ve Hilafet
Dinde idareci olacak kişi, işe en layık kişidir. Bu ise, hem işi çok iyi bilen; hem işin gereğini en iyi yapacak olan sıfatları taşımakla olur. Makamın ağırlığını, sorumluluğunu, makamın bir hizmet ve külfet yeri olduğunu idrak şuurunda olan kişide bu sıfatlar bir araya gelebilir. Bu açıdan İslam’a göre eğer Hz. Ali ve Hz. Hasan’dan (R.Anhuma) daha ehil ve sorumluluk hissi taşıyan biri hayatta varsa hilafet Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın değil, Onun hakkıdır.
Bundan dolayı Hz. Ömer (RA) vefat etmek üzereyken şöyle der: “Eğer Ebu Ubeyde bin Cerrah hayatta olsaydı Onu yerime bırakırdım. Ne var ki O daha önce vefat etti”[6] deyip kendinden sonrası için hayatta kalan diğer Aşere-i Mübeşşere’ye işi şurayla çözmeleri için havale eder. Demek Hz. Ömer (RA) hilafete liyakati Hz. Ali’de (RA) değil, Hz. Ebu Ubeyde’de (RA) görüyordu.
İfrat ve Tefritin Zararları
İfrat ve tefrit daima girdikleri hemen her sahada zarar veren tavırlardır. İnsanın duyguları ise fıtraten ifratçı veya tefritçidirler. Kalp, sevdiğine ve taraftar olduğuna kusursuz bir melek; sevmediğine ise pürkusur bir şeytan diye bakar. Oysa ne sevdiği melektir, ne nefret ettiği şeytandır. O, iyilik ve kötülüğü kendinde fıtraten cem eden bir insandır. Hz. Peygamber (ASM) sevme duygusunun kişiye verdiği tavrı şöyle açar: “Bir şeyi çok sevmen seni kör ve sağır eder.”[7] Kör eder. Çünkü kişi sevdiğinin var olan kusurlarını göremez olur. Sağır yapar; çünkü kişiye sevdiğinin kusurlarını birisi göstermeye çalıştığı ve anlattığında onu duymak istemez. Bu açıdan sevgi, kusursuz olanı sevmek için verilmiştir. O vakit körlüğe de, sağırlığa da gerek yoktur. Kusursuz olana, “Samed” denilir. Hz. Peygamber (ASM) Cevşenü’l-Kebir duasında Allah’ı şöyle tanıtır ve Ona öyle seslenir: “Yâ Sameden bila ayb” (Ey ayıp ve kusuru olmayan, Mutlak Mükemmel olan Samed!) (72. Bâb)
Siyaset, taraftarlığa dayanır. Taraftarlık ise, duygusallıktır. Duygular ise, siyah-beyaz, melek-şeytan şeklinde kendi tarafına ve karşı tarafa bakar. Bu ise, kendi tarafının kusurlarına karşı kişiyi “kör” yaptığı gibi, karşı tarafın güzelliklerine karşı da “nankör” yapar. Siyaset gereği taraftarlık psikolojisiyle yapılacak muhalefetler cerbeze, abartı, yalan ve saçma bir konuşmadan öteye gitmeyecektir. Bu noktada Said Nursi II. Dünya savaşının sisli siyasi gündemini takip eden ve kendini ona göre şekillendirenleri şöyle uyarır:
“Sakın, sakın! Dünya cereyanları (akımları), husûsan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya (ayrılığa) atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet (sapıklık) fırkalarına karşı perişan etmesin!
düstûr-u Rahmanî yerine, (el’iyazü billah) (Allah korusun)
düstûr-u şeytâni hükmedip, melek gibi bir hakîkat kardeşine adavet ve el-hannas (sinsi şeytan) gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinâyetine ma’nen şerik eylemesin.
Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb (duygu sağlığı) ve istirahat-ı ruh (ruh rahatlığı) isteyen adam, siyaseti bırakmalı.
Evet, şimdi küre-i arzda (yeryüzünde) herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musîbetten hissedardır, azab çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet, rahmet-i umûmiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhaniyeden (Allah’ın umumi rahmetinden ve Celalli icraatlarla görünen eksiksiz İlâhi hikmetten) habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye (canlılara karşı yufka yüreklilik), alâkadarlık cihetiyle kendi eleminden (acısından) başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim (acı duyar) olup azab çekiyor. Çünki lüzumsuz ve malayani bir sûrette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. Ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, zarara razı olana şefkat edilmez ma’nasındaki
kâide-i esâsiyesiyle (temel kural ile) şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selbetmişler (çekip almışlar). Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.
Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakîki ehl-i îmân ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde en ziyâde kendini kurtaranlar, Risâle-i Nur’un dâiresine sadâkatla girenlerdir.
Çünki bunlar, Risâle-i Nur’dan aldıkları îmân-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemâl-i hikmetini, cemâl-i adâletini (hikmetin mükemmelliğini, adaletin güzelliğini) müşahede ettiklerinden kemâl-i teslimiyet ve rıza ile, rubûbiyet-i İlâhiyenin (İlâhî hâkimiyet ve terbiyenin) icraatından olan musîbetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler.
İşte buna binâen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübelerle- Risâle-i Nur’un îmânî ve Kur’anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.[8]
***
[1] Âl-i İmran suresi, 59.
[2] Mektubat, 19. Mektub, 6. Nükteli İşâret.
[3] Mektubat, 28. Mektub, 8. Risale olan 8. Mesele, 8. Nükte.
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 7. Lem’a, 5. Vecih.
[5] Bu hadis “ Emirler, Kureyştendir” şeklinde ( Hâkim, Mustederek, 4/501); “ İmamlar, Kureyş’tendir” şeklinde (Müsned, 3/129, 4/421) kaynaklarında rivayet edilir.
[6] İbn Ebî Şeybe, Musannef, 6/391; İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-kübrâ, 3/343.
[7] Müsned, 36/24, h. no: 21694; Keşfu'l-Hafa, 1/395.
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, 84. Mektub.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.