İnsan Nefsinin Arzuları ve İrşada Duyulan İhtiyaç

Nefsin iki çeşit ihtiyacı bulunuyor. Zaruri ve Gayr-ı Zaruri… Nefsin zaruri ihtiyaçları, onun canlılığını, nefes alıp verişini ve varlığını sağladığı için nefis onlardan ayrı düşünülemez. Nefsin bu zaruri ihtiyaçlarından kaynaklanan arzularına ait kimliğine “hevâ” denilir. Nefsin gelip geçici ve çoğu zaman lüks konumda olan arzularına ise “heves” denilir.

  • Arzularında kişinin iradesi gözüktüğünden ve
  • Nefsin irade gücü, hevâsında belli olduğundan ve
  • Nefsin hevâsı insanın cüz’î iradesini bastırarak insanı, kontrolü altına aldığından Kur’an uyarır: “Hevâsını ilah edineni gördün mü?”[1]

Nefis, terbiye edilmediği sürece hevâsına dayalı arzularını meşru veya gayr-ı meşru her türlü yolla temine ve tatmine çalışır. Bu noktada âyet der:

Eğer hak, onların hevâlarına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes bozulmaya uğrardı.[2]

Bir canlıda beslenme, öncelikli olarak şahsî hayatın devam ve bekasına sebep olmak içindir. Eğer bir yemek yiyiş bedenin dengesini bozuyor, onu hasta edip öldürüyorsa bu durum o kişinin yeme konusunda câhil olduğunu gösterdiği gibi yediklerinde israf yapmakla harama kaçtığını da bildirir. Eğer yenilenler şahsî ihtiyaç ötesi bir enerji veriyorsa beden, kalanların bir kısmını üreme hücrelerinin çoğaltılmasına ayıracak, diğer kısmını ise depolayacak surette Allah tarafından sevk edilir. Yediği bol şekerli gıdalarla veya içtiği enerji içecekleriyle üreme yönünü tahrik eden bir kişinin iradesi, beslenen cinsel arzular ve ihtiyaç karşısında zebun olur, ezilir.

Bu yönü iyi bilen maneviyat erbâbı, nefsin can damarı ve hayat suyu olan gıdayı azaltarak yaşamayı hayat düsturu edinmişler… En azından senenin 10 günü itikafta veya 40 günü (erkekse), 21 günü (kadınsa) riyazette “Az yeme, az içme, az uyuma, bol tefekkür, bol zikir, bol ibadet, bol okuma” şeklinde bir program kendilerine ayırmışlar… Bu 40 günlük riyazet, Hz. Musa’nın (AS) Tur Dağı inzivası ve İlâhî mülâkatının süresidir. Çünkü O (AS), 30 günlüğüne Tur Dağı’na çıktı. Allah bu meseleyi ve sonrasını şöyle anlatır:

Mûsâ’ya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı.”[3]

İnsanın yılda eğer erkekse 40 günlük, kadınsa 21 günlük bir inzivaya, bir itikâfa, içine dönmeye, toparlanmaya ve manevi temizlenmeye ihtiyacı vardır. Çünkü insan, sosyal hayatta kirleniyor, kafa ve kalp olarak dağılıyor, ruhen çok yoruluyor. Evet kalp Musa’sı her yıl 40 güne muhtaçtır. Bütün siyer kaynaklarıyla sâbittir ki, Hz. Peygamber (AS) devlet başkanı ve peygamber olmasına rağmen her yıl hiç olmazsa 10 gün itikâfa çekilir, dünya ile ve insanlarla bağlarını tamamen kopartırdı.

Sünnet-i seniyyeye bakıldığında ve yeme-içme âdâbı incelendiğinde Hz. Peygamber’in (ASM) Kur’anda tavsiye edildiği üzere 2 öğün yemek yediği ve yediği zaman da az yediği görülür. O (ASM) ömür boyu bir riyazet ve Ramazan âdâbı yaşamıştır, diyebiliriz. Dikkat edilirse Ramazan’da 2 öğün yemek yenilir. Ayrıca iyice acıkınca yenilir. Ki hekimlerin piri olan İbn-i Sina der ki:

Şifa, hazımdadır. Hazım ise, açlığın şiddetine bağlıdır. Bu yüzden 2 öğün arası en azından 5-6 saat aralıklı olmalıdır.”[4]

Ayrıca Ramazan’ın bu 2 öğününde de doğru olan usul az yemektir. Tâ ki Ramazan’ın sırrı olan nefsin terbiyesi ve tezkiyesi yerini bulabilsin…

Ramazan ayı, bütün yönleriyle incelendiğinde onun, insanın hevasını ve ısrar yönünü terbiye etme konusunda tam manasıyla bir riyazet olduğu rahatça görülebilir. Az yeme, az içme, az uyuma ile nefsi kuşatma altına alır, beslendiği kaynakları kısar. Hem geceleri teravih, teheccüd ve zikirler; gündüzleri mukabele, sohbetler ve tefekkürler şeklinde Allah’a yönelişin verdiği feyizle nefsin arıtıldığı, alevlerinin söndürüldüğü mukaddes bir ruh atmosferidir. Helal kazanç için gün boyu işte yaşanan zorluklar da Ramazan’ın fonksiyonuna yardımcı olur.

Nefis, Cinsellik ve Öfke

Nefsin hevâsı ve arzuları, özellikle cinsellik ve öfkede kendini belli ediyorlar. Biri şahsî hayatın bekası ve muhafazası içinken diğeri neslin bekası içindir… Şahsın dışa dönük ve içe dönük karakterli olmasına göre hevâ farklı boyutta merkezîleşir ve görünür.

Mesela dışa dönük bir yapı için öfke ve savaş, hayatın anlamıdır. Sevgi ve heyecan, onların hayat düsturudur. Üzüntü ve tereddüd, savunma mekanizmalarıdır. Onların hevası öfkede olduğu için öfke onların vazgeçilmez ve en doğal tavrıdır. Her yanlış gördüğüne veya yanlış olduğunu düşündüğü şeye kızmak veya söylenmek onlar için gayet mâsumdur ve bu onların en fıtrî hakkıdır. Cinsellik ise, onlar için sadece bir araçtır. Ancak çocuk gayesiyle yaşanılması gereken bir meseledir.

Buna mukabil içe dönük karakterlerde ise, öfke ve kavga mânâsızdır ve âcizlik âlametidir. Konuşarak anlaşmak onların hayat düsturudur. Korku ve firar, onların savunma tarzlarıdır. Onların hevâsı, cinsellikte olduğu için cinsellik, onların vazgeçilmez ve en doğal tavrıdır. Hayatın zevki ve manası, onlar için cinsellikte saklıdır. Dışa dönükler için yemek, içmek, lüks ve şatafatta olduğu gibi… Bu cihetten Kur’andaki hûri tasvirleri, içe dönük fıtratların en temel arzularını ve ihtiyaçlarını ifade eder. Cennet tasvirlerindeki saraylar, köşkler, saltanat hayatındaki şatafat ve gösteriş ise dışa dönük fıtratların ebedî arzularının tatminini tasvir eder, diyebiliriz.

Öfke ve şehvet merkezli olarak ısrarın sosyal hayatta birçok görüntüsüne şahid oluyoruz:

  • Asırlarca süren kan davalarında,
  • Öz babası-annesi ve akrabalarıyla yaşanan 20-30 yıllık küslüklerde,
  • Karşı cinsten bir kişinin mecazi sevgisi için ebedî hayatını intiharla mahvetmede,
  • Bir kişinin imalı bir hareketi ve sözüne takılıp psikolojisini tamamen bozmada,
  • Hakkı ve hakikati defalarca görmesine rağmen inat ve temerrüd etmede,
  • Bir kişinin üstünlüğüne takılıp hasedle iki cihanını harap etmede,
  • Nevroz ve obsesyonlara yol açan öfke ve hüzün nöbetlerinde…

Hevânın Manevi Yansımaları

Hevânın manevi yansımalarını bize Hz. Peygamber (ASM) “Dünya, öküz ve balığın üstündedir[5] hadisiyle açar. Hadisteki balık manasına gelen tabir, “Hût” tur. Hadiste öküz için kullanılan tabir, “Sevr” dir. Ki, boğa manasına gelir. Arapça’da öküz ile boğa için aynı kelime kullanılır. Bilindiği üzere öküz, boğanın iğdiş edilmiş; gücünden faydalanmak için, üremesi engellenmiş halidir. Bu hadisin doğru anlaşılmasına dair bir anahtarı bize, Hz. Yunus’un (AS) kıssasını tefsir eden Said Nursi verir. O der ki:

Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle (gaflet bakışıyla), onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan (başıbozuk) küre-i zeminimizdir (yerküredir). Bu denizin her mevcinde (dalgasında) binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder.[6]

Hz. Yunus’ta beliren hevâî duygu öfke idi. Bunu şu âyet bize açıyor:

Ve zennûni iz zehebe muğâdiben fe zanne en len nakdira aleyhi…” (Zünnûn’u da (Yûnus) zikret! Hani öfkeli bir halde geçip gitmiş, bizim kudretimizin kendisine yetmeyeceğini zannetmişti. Sonunda karanlıklar içinde, "Senden başka hiçbir İlah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedip dünyamı kararttım !" diyerek yalvardı.)[7]

Zü’n-Nun, nûn ve nur sahibi demektir.[8] Bu âyetin bildirdiği üzere, nurlu bir ruha sahip peygamberler dahi bir anlık öfke ile manevi karanlıklar içinde kalabiliyorlar. Fakat her şeyin Zâ-t Akdes’in (CC) kontrolünde olduğunu, yaşanan olumsuzlukların Onun bir terbiye ve temizleme muamelesi olduğunu görüp yaşanan nahoş manzaranın sorumlusunun kendi nefisleri olduğunu itiraf etmekle o karanlık atmosferden kurtuluyorlar. Hz. Yunus’ta (AS) gördüğümüz üzere…

Hadisin verdiği muazzam ufuk bize gösterir ki dünya, öfke ve şehvet hakikatleri üzerine kurulmuştur. Hem insanlığın sosyal hayatı, öfkesine ve şehvetine düşkün kişiler üzerinde duruyor ve devam ediyor. Çünkü bu iki sıfatın hâkimiyeti her ferd üzerinde gözle görünüyor. Hem bütün canlılık dünyası bu iki kanun ve onların gerekleri olan beslenme ve savunma mekanizmaları üzerine dönüyor. Yani dünya öfke balinası ve şehvet boğasının üzerindedir.

Kur’anda Rüşd, İrşad, Mürid ve Mürşid

Canlılar dünyasının zirvesi olan insanın imtihanı, hevâsına memur veya âmir olma mücadelesinden ibarettir. Bu noktada öfke balinasını ve şehvet boğasını kontrol altına alma, onları denge üzere yaşama konusunda insan bir rehbere muhtaçtır. Bu model şahsiyete, mürşid-i kâmil denilir. Mürşid, nefis tezkiyesi ve kalb tasfiyesi ile rüşde ermiş, hikmet ve şefkat ile de başkalarını rüşde erdiren kişi demektir. Kur’an rüşdün ne olduğunu bize şöyle açıklar:

“Bilin ki, aranızda Allah'ın resulü bulunmaktadır. Eğer O, birçok işlerde size uysaydı, siz sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirdi ve onu gönüllerinizde süsledi ve güzel gösterdi; imansızlığı, İlâhî emirleri yapmamayı ve Allah’ın yasakladıklarını işleyerek Ona isyankâr olmayı da size çirkin göstermiştir. İşte böyle olanlar rüşde eren ve kemale ulaşanların ta kendileridir.”[9]

Rüşd, gönül işidir. Bu konuyu Kur’an şöyle izah eder: “Dinde zorlama yoktur. Rüşd ve zıddı olan gayy’ın ne olduğu size sonuçlarıyla apaçık hale geldi.[10] Rüşd, duygu terbiyesi olduğu ve zorlu bir süreç istediği için onda gönüllülük esastır. Zorla irşad olamaz. Rüşde ermek, kalbindeki yaraları hisseden, nefsindeki hastalıkları fark eden, kendindeki nifak tohumlarını gören, bunlardan rahatsızlık hissedip şifasını arayan bir kişinin yapabileceği bir fiildir. Rüşde ermek isteyene “mürid”, onu rüşde erdiren manevi hekime ise, “mürşid” denilir. Her bir mürşid, manevi bir kardiyolog, nörolog ve dahiliye uzmanıdır.

Nasıl kalb, beyin ve iç hastalıklarına dair cerrahi müdahale yapılacağı zaman hasta, hekime bütün varlık ve hayatını teslim eder, kimi zaman ameliyat masasına ölümü pahasına yatar. Aynı şekilde manevi cerrahi operasyonlar için bir mürşidin terbiyesi altına giren bir kişi aklı, kalbi ve nefsi şeklinde bütün manevi varlığını o hekimin şefkatli ve nurlu ellerine teslim etmek zorundadır. Ta ki ebedî hayatını, kalbinin içi yaralı münafıkların düştüğü “gayya kuyusu” olmaktan kurtarabilsin.

Hastanın hekime karşı her itirazı, verdiği reçetelere karşı her muhalefeti iyileşme sürecini uzattığı, manevi acılarını devam ettirdiği ve ölüme onu yaklaştırdığı gibi, manevi hekim olan mürşide karşı muamele de aynı tarzdadır. Hatta daha tehlikelidir. Maddi hastalıktan ölüm kişiyi şehid ederken, manevi hastalıkla ölüm kişinin ebedi hayatını Cehenneme dönüştürebilir.

İrşadda Teslimiyetin Fonksiyonu

Hastanın hekime ve onun hikmetli tavsiyelerine birebir uyması, tecrübeyle sabittir ki, onun şifa sürecini hızlandırıyor. Bu durum bize gösteriyor ki, şifa ile hekime teslimiyet arasında doğru orantı vardır. Bu teslimiyeti yukarıdaki rüşd âyetinde geçen “Eğer o resul birçok işte size uysaydı, siz sıkıntı çekerdiniz” ifadesinde görüyoruz. Bu sistematik yapıyı Kehf suresinde Hz. Musa (AS) ile Hz. Hızır (AS) yolculuğunda da görüyoruz. Hz. Musa (AS) Ondan “rüşd ilmi” ister. Yani kendisini irşad etmesini talep eder. Hz. Hızır (AS) ise “Bana soru sormaman, susman, yapacağım her şeye -bildiklerine zıt ve ters görünse dahi- itiraz etmemen kaydıyla” diye bu irşad yolculuğunu kabul eder.[11]

Bütün nebiler, özel manada resuller ve ihtisasî manada ülü’l-azm resuller birer mürşid-i kâmildirler. Kur’an-ı Kerîm Hz. Peygamber’i (AS) risalet ve irşad vazifesi noktasında şöyle tanıtır:

O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onların nefislerini tezkiye eden, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir resul gönderendir.[12]

Hz. Peygamber’in irşad vazifesindeki nazik, içten ve şefkatli yaklaşımını Kur’an şöyle sunar:

Şânım hakkı için, size kendinizden öyle izzetli bir resul geldi ki, sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir; size düşkündür, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.[13]

Hz. Peygamber’in (ASM) bu nefis tezkiyesi ve kalb tahareti şeklindeki irşadına severek tabi olanların ulaştığı seviyeyi Kur’an şöyle ifade eder:

Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah’ın lutuf ve rızâsına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Secdenin tesiriyle yüzlerine simaları oturmuştur; Tevrat’ta onlar için yapılan benzetme budur. İncil’deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde durur. Onlar (müminler) yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). Onlar arasından iman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapanlara Allah bir bağışlama ve büyük bir ödül vaad etmektedir.[14]

Bu âyetteki çiftçi temsilini bize bir rüya âliminin şu te’vili açıyor:

-Bir adam dönemindeki ünlü bir yorumcuya başvurarak rüyasında ‘ Buğdayı arpa ile beraber sattığını ’ söylemiş ve yorumlamasını istemiş. Rüya âlimi şöyle yorumlamış.:

- ‘ Sen, Kur’anı şiir ile değiştirdin. Rüyadaki buğday, Kur’andır; arpa ise, şiirdir”

Bu âlimin verdiği anahtarla bakarsak âyetteki buğday, vahiy ve Kur’an’dır. Çiftçi ise, Allah’ın Resulüdür.[15] Tarla ise, Asr-ı Saadet toplumu, Sahabelerin kalbi ve fıtratlarıdır. Şefkatli resulün irşadıyla, Kur’an buğdayını kalb ve fıtrat tarlalarına kabul eden, ibadet ve cihadın feyiz suyuyla onu büyütüp ekin haline getiren her bir sahabe, “yaşayan bir Kur’an” olarak sosyal bir kişilik kazandı.

İrşadın bu kazandırdıklarına mukabil Allah Resulünün irşadından kaçan Müslümanların veya münâfıkların nefsânî tavırlarına karşı Cenab-ı Hakk, onların irşada muhtaç olduğunu vurgulamak için şöyle der:

(Ey şefkatli Resûl!) Eğer (seni dinlemeyip senden) yüz çevirirlerse, artık de ki: “Allah bana kâfîdir! O’ndan başka ilâh yoktur! (Ben) O’na tevekkül ettim ve O, büyük arşın Rabbidir![16]

Heva, insan açısından çok tehlikelidir. Çünkü nefsin öfke ve şehvet konusundaki hevâsına bir insan anlık dahi olsa kendini kaptırırsa öfkesi, onu bir balina gibi yutar; şehveti ise, onun iradesini bir boğa gibi ayakları altına alıp çiğner. Hz. Yunus (AS) bir an öfkesine yenildiği için heva-yı nefsi ve bir balina onu yuttu.[17] Bu manada Kur’an Hz. Peygamber’e (ASM)

Sakın, büyük balığın arkadaşı Yunus gibi olma! Mekkeli Müşriklere öfkelenme! Yoksa seni de balina yutar” diyor.[18] Hem Kur’an tevbe ve istiğfarla kişinin bu öfke mod’undan çıkıp kurtulacağını Hz. Yunus meselinde anlattıktan sonra der:

Biz Kur’ana iman edenleri de aynen böyle kurtarıyoruz.”[19]

Şehvet boğası da, boynuzlarıyla insan fıtratına darbe vurup yaralar ve güçlü yapısıyla da insanın iradesini ayakları altına alıp çiğner. Bir kişi, eğer mürşidi ne yaparsa yapsın öfkesini yutup mürşidinin huzurunda sükut etse… Onun yaptığı fiillerine dair beyan ettiği hikmetlerle İlâhi iradeyi cüz’î-küllî her şeyde görebilecek bir seviyeye gelse… Sonra mürşidinin sevkiyle şehvet noktasında nefsinin gayr-ı meşru meyillerini evlilikle katletse manevi bir Zü’l-Karneyn olur. İktidarını gösterecek şekilde heva boğasının boynuzlarını başına taç yapar. Her haliyle ‘ Ben hevâmı, mağlup ettim ’ der. Ki Zü’l-Karneyn, iki boynuzlu taç sahibi, doğu ve batının hükmedicisi, maddi mülk ve manevi melekût âlemleriyle ilişkide olan kişi demektir.

Bu süreci Hz. Musa’nın (AS) hayat yolculuğunda okuyabiliyoruz. Çünkü Hz. Hızır (AS), Hz. Musa’ya (AS) “irade” dersi verdi. Dedi ki: “O gemiyi yaralamayı ben irade ettim. O çocuğu öldürmeyi biz (ben ve senin görmediğin arkadaşlarım) korkumuzdan irade ettik. Yetimlerin duvarını örmemi Rabbim irade etti.[20] Yani her fiilde mutlaka bir irade vardır. İrade, hikmetle iş görür. İradesiz ve hikmetsiz hiç bir şey yoktur. Sonrasında da Hz. Hızır (AS) kendisinin mutlak hür olmadığını, iradesinin İlâhî iradeye bağlı olduğunu bildirmek için der ki: “Ben bunların hiç birini kendi ruhuma, arzuma göre yapmadım” der ve tevhidi gösterir.[21] Hz. Hızır (AS)’dan öfke terbiyesi ve sükut konusunda gereken celalli terbiye ve irşadı aldıktan sonra Hz. Musa (AS), Medyen’e gider ve Hz. Şuayb’dan (AS) şehvet terbiyesi ve konuşma dersini alır. Kudsî bir yuva kurup şehvet boğasının zararlarını öldürür. Zü’l-Karneyn makamına çıkar. Tur Dağı’nda vahiy alacak seviyeye yükselir.

[1] Furkan Sûresi, 43; Câsiye Sûresi, 23.

[2] Mu’minûn sûresi, 71.

[3] A’raf suresi, 142.

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 19. Lem’a, 7. Nükte, 3. Netice.

[5] bk. Hâkim, el-Müstedrek: 4:636; el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhîb: 4:257; el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid: 8:131; İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam: 1:172.

[6] Lem’alar, 1. Lem’a.

[7] Enbiya suresi, 87.

[8] Hz. Yunus’un (AS) öfkesinden bahseden Kalem suresinin “ Nûn” diye başlaması, akabinde “ kaleme ve yazdıklarına yemin etmesi” gösterir ki, ilimde hedef nura ermek ve “ Zünnun” olmaktır. Bununla beraber surenin Hz. Yunus’u (AS) “ sâhibü’l-hût” diye ifade etmesi bu öfke-hut-heva meselenin sınırlarını net olarak çiziyor. Bu durum tespitimizi doğruladığı gibi, ilmin öfkeyi kaldırmadığını, öfkenin kişiyi kör ettiğini, dengesiz bir öfkenin insanın nura, rüşde ve ebediyete erme yolunda en büyük bir engel teşkil ettiğini ders de veriyor.

[9] Hucurat suresi, 7.

[10] Bakara suresi, 256.

[11] Bkz Kehf suresi 60-82. Âyetler.

[12] Cuma suresi, 2.

[13] Tevbe suresi, 128.

[14] Fetih suresi, 29.

[15] Âyette “ çiftçilerin sevinmesi” nden bahsedilmesi gösterir ki, bütün geçmiş peygamberlerin ruhları, sahabelerin Son Çiftçi’nin (ASM) elinde kemale ermesini görmekte, bu hale hak-hakikat ve insanlık namına sevinmektedirler.

[16] Tevbe suresi, 129.

[17] Hz. Yunus’u (AS) hem maddi hem manevi bir balina yuttu. Fakat lütf-u İlahiyle kurtuldu. Onun yaşadığının benzerini yaşayan denizciler, son asırlarda da olduğundan bu mucize hayalî bir tasvir veyahut manevi âlemde olmuş bitmiş bir argüman değildir.

[18] Kalem Sûresi.

[19] Enbiyâ sûresi, 88.

[20] Kehf suresi, 79-80-82

[21] Kehf suresi, 82

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum