Erdem AKÇA
Nakşibendî Terbiyesinin Esasları-2
5) Yâd Gerd: Farsça’da yâd, zikretmek, anmak demektir. Yadigâr tabiri de aynı köktendir. Bu esas Hakk yolcusunun hem lisanıyla, hem kalbiyle Allah’ı anması, kelime-i tevhidi devamlı zikretmesidir. Sırf dili ile anmak bir şeye benzemez, denilir. Abdülhalık Hz.leri bu zikrin faydasını şöyle anlatır:
“Kalpler etrafta gördükleri şeylerle paslanırlar[1], demirlerin paslandığı gibi… Bu tevhidi lisânen yapınca kirler gider, demirlerin dövülüp pasların giderildiği gibi…”
Dikkat edilirse dil ile zikre vurgu var. Çünkü hakiki halvetteki kişi sonuçta kalben ve manen kirli olan halkın içinde bulunduğundan onlarla konuşmaya ve onlarla temasa mecburdur. Fakat bu temas ve konuşma halkın kirli ruh hallerinin ona sirayet etmesine yol açar. Tıpkı onun aydınlık dünyasının halka sirayetine yol açtığı gibi… Bu cihetten dış duyuları onun kirlenmesine yol açtığından, dış duyuları günaha girdiği veya halkın günah kiri ona bulaştığından zikir de, dil ile alenen olmalıdır. Çünkü dil de, dış duyu olan konuşmaya ve duymaya bakar. Böylece sâlik dış ve iç dünyasının tamamını Allah’ın nuru ve aşkıyla istila ettirir. Bu hâliyle halkın içinde bir manevi merkez, halkın kendisinden feyz ve iman kuvveti alıp şarj oldukları bir manevi kutub olur.
Bu esas, Hakk âşığının halkın taşıdığı olumsuzluklarla bir mücadelesidir. Bu manevi mücadele Hz. Âdem (AS) zamanından başlayıp kıyâmet vaktine kadar sürecek bir savaştır. Hakk yolcusu da bu kirlenme-temizlenme döngüsüyle bu savaşa katılır. Kur’an bu temizlenmeye “tetahhur”, “tahâret-i kalb” der. Kur’an Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Kuba’ya i’tikafla, halvet niyetiyle girip kalbini temizlemeye çalışanları, bu tahareti severek yapan ve karakter haline getiren sahabeleri “adam” diye metheder. (Tevbe sûresi, 108)
6) Bâz Geşt: Bu esas, halkın içinde yaşayan Hak yolcusunun kelime-i tayyibe[2] olan Lâ ilâhe illallâh’ı belirli sayılarla (21 defa veya 100 defa) söyledikten sonra “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî ve âtini muhabbeteke ve mârifeteke” (Allah’ım! Benim maksadım, hedefim Sensin ve talip olduğum şey, Senin rızandır. Bana Senin sevgini ve Seni tanımayı, Senin mârifetini ver) demesidir.
Bu zikir, halkın içindeki sâlik açısından bir kendini formatlama ve aslî gayesine odaklanmadır. Çünkü halkın içine giren bir kişide ister istemez riya (görsünler) ve süm’a (desinler) hisleri uyanır. Halka karşı, halkın Hakk’a karşı sergilediği gibi bir manevi körlük olacak ki, riya olmasın; halka karşı bir sağırlık olacak ki, kişide bir süm’a hissi uyanmasın. Hakkı görecek ki, halka riyadan kurtulsun; Hakk’ı duyacak ki, halkı işitmek istemesin. Bunları sağlayacak sır ise, “ihlas” tır. Bâz Geşt’te yapılan dua tam bir ihlas talebidir.
İlâhî ente maksûdî—> Maksûd, kişinin bilerek ve severek kendine hedef yaptığı şey demektir. Ki bu hedefleme, kişinin iradesinin göründüğü en bâriz noktadır. Tevhidin en üst mertebesi bu “kasd” boyutuyla severek ve isteyerek “Senin iraden, benim iradem” demek, Allah’ın iradesiyle kendi iradesini şuurluca birleştirmektir. Bu açıdan maksûd, kişinin bütün benliğiyle odaklandığı Zât’tır. Kul açısından bunu tek hak eden, akıl-kalp ve nefsin aradığı Zât, Zât-ı Bâki olan Allah’tır. Bundan dolayı “İlâhî ente maksûdî” demek “Ben bu işi sırf Senin Zâtın için, Senin için yapıyorum ve yaşıyorum” demektir.
Ve rıdâke matlûbî—> Matlûb, Bediüzzaman’ın açıkladığı üzere, akıl ile tanınan, kalb ile sevilen ve teveccühü istenilen demektir.[3] Fakat taleb, cemale karşı bir yöneliştir. Eğer bu yöneliş kemale karşı olsa, buna “rağbet” denilir. Zât’a karşı olsa, “kasd” denilir.[4] Kul açısından talep edilecek en güzel şey, Allah’ın takdiri ve teveccühü olan rızasıdır. Çünkü rıza “Ben senin varlığından memnunum. Sen var olmalısın” mesajıdır. Bu manada terim olarak Allah rızası için iş yapmaya “ihlas” denilir.
Ve âtini muhabbeteke ve mârifeteke—> Allah’ın rızasını talep, Onun mutlak kemal ve cemâline yönelik kasd yukarıda görüldüğü üzere Onu tanımak ve sevmeye bağlıdır. Muhabbet ve marifet arttıkça oluşan Allah’a odaklılık, kişideki talep ve kasdı da hakiki hâle getirir. Allah’a yöneliş, kalbden akıl ve nefse de geçince, kişi bütün benliğiyle Allah’a karşı bir talep ve kasd haline gelir. Bu tavır, Hakk yolcusunu tertemiz ve dupduru bir saflığa eriştirir. Ki fıtratın bu saflığı hadis-i şerifte “süt” ile ifade edilir. Kur’an sütü de hâlis, yani özlü, saf öz olarak anlatır. [5]
Halkın içinde kişinin kendini muhafazası, niyetini halis tutmasına bağlıdır. İhlas, niyetin Allah’a satılmasıdır; kişinin, iradesini Allah’ın iradesine tâbi kılmasıdır. Bu esas, mürîde, ihlas güncellemesi yaptırır. “Unutma! Sen halkın içinde Allah için varsın. Allah ile varsın. Halkın içinde Allah için var ol!” demektir. Bu seviyeyi “İnnâ lilllâhi” (Biz Allah için varız ve yaşıyoruz) âyeti anlatır.[6]
7) Nigâh Daşt: Nigâh, Farsça’da, bakma, bakış demektir. Bu esas, Hak yolu talibinin kalbini daimî gözetlemesi, onu vesveselerden, fâni alakalardan ve sair gelip geçici düşüncelerden temiz tutmaya çalışmasıdır. Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere “İşlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe kalp ve ruhumuzda yaralar açar.”[7] Yaraların sonrasındaki tesirini şöyle anlatır: “Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler —neûzü billah (Allah’a sığınırız)— mahall-i iman (imanın yeri) olan bâtın-ı kalbe (kalbin içi ve hakikatine) ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olanı lisanın zevk-i ruhânîsine (ruhsal zevkine) ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.”[8]
Sâlik, halvet-i hakiki ile halk içinde yaşadığından, onlarla göz-kulak-dil temasına geçtiğinden dolayı halkın yanlış fikirleri onun zihnine girip şüphelere yol açtığı gibi halkın bencilce duyguları da onun kalbine zarar verir, onu da duygusallaştırırlar. Sâliklerde görünen zikirden soğuma, uzaklaşma, gevşeme ve vazgeçme hallerinin birçoğu Bediüzzaman’ın tespit ettiği bu sebebe dayanır.
Ayrıca zikir, kudsiyetiyle kalbi eski kirlerinden temizlediği için geçmişi kirli olanların zikir esnasında hatta namazda akıllarına geçmişe dair nahoş manzaralar gelir. Dikkat edilirse sadece bu anda gelir ama normal zamanda gelmez. Bu durum gösterir ki, namaz ve zikir temizliğe başlamış ve kalbi geçmişin kir ve pisliklerinden temizliyor. Bu esas bu açıdan 2 yönlü olarak kirlenmemeyi sağlama ve var olan kirleri temizleme noktasından iç dünyasının kontrolünü elinde tutmaktır. Ki, buna bir ıstılah olarak “murâkabe” de denilir.
Bu esasta hedef, kalbin tam bir odaklanma ile Allah’a odaklanması, Onun ile araya girecek ne bir vesveseye, ne bir hatıra gelici şeye takılıp kalmamasıdır. Hatta elden geldiğince hatırlama gücünü, hayalini kontrol etmeye çalışmaktır. Bu konuda hassasiyeti yaşayan Şeyh Ebu Bekir Kettânî (KS) şöyle der:
“Ben kırk sene kalbimin kapısında bekçi oldum. Oraya Allah Teala’dan gayrısını koymadım. Bu suretle kalbim Allah Celle ve A’lâdan gayrısını bilmez oldu.”
Abdülhalık Goncdüvânî Hz.lerine (KS) sordular: “Kalbe hâtıra gelmemesi mümkün müdür?” O Hazret der:
“Hayır. Bazen gelir, bazen gider. Sen buna üzülme ve üzerinde durma!”
Bu durum fıtrî bir hal olduğundan engellenmesi mümkün değildir. Lâzım da değildir. Çünkü kalbe gelen hâtıra tarzı manaların bir kısmı İlâhîdir, ilhamdır. Bunun gelmemesi değil gelmesi istenilir. İlham, velinin Allah ile birebir muhataplığı, Allah’ın onu birebir terbiye etmesidir. Bu hatıraların diğer bir kısmı, melektendir. Bu da hayırlıdır. Çünkü meleklerden şer gelmez. Diğer bir kısmı ise nefistendir. Ki buna “vesvese” veya “hevâcis” denilir. Vesvese, bir merkezden etrafa yayılan art arda sinyaller gibidir. Dikkat edilirse onda da bir ısrar ve kesintisizlik vardır. Ki bu ısrar tam manasıyla nefsin karakteridir. Hatıraların bir kısmı şeytânîdir ki, iç dünyada sıcak, bunaltıcı, puslu ve kirli bir hava oluşturur. Bu tarz hatıralar ısrarcı değildir. Fakat kişiyi avlamaya çalışır. Zihin onunla meşgul oldu mu, zâten hedef gerçekleşmiştir. Bu noktada Alâaddin-i Attar Hz.leri (KS) der ki: “Ben kalbimi hatıralardan 20 sene gözetledim. Sonra yine hatıralar geldi ve durmadı.”
Demek onların üzerinde durulmamalı! Fakat şu da dikkate alınmalı: “Bana gelen hatıralar içinde İlâhî olanın oranı günden güne artı yor mu, azalıyor mu? İnsan mânen duruldukça Allah’ın bir nuru olan hatıralar, kalbe tecelli eder. Bu tarz ilhamlar, kul açısından zenginliktir, güzelliktir.”
8) Yâd Daşt: Bu esasın manası zikreden kişinin nefy ü ispat[9] zikrinde nefesini hapsetmesi ve kalbini muhafaza ile huzurda bulunmasıdır. Nefesi hapsetmek, bir açıdan “Ben, öldüm” demektir. Nefesi vermek ise, “Ben, Seninle yaşıyorum” demektir. Hayat, nefes alıp vermekle süren bir yapıdır. Nefes alamamak öldürdüğü gibi, verememek de öldürür. Her insan nefes alırken “Hayy” der; verirken “Hû” der. Hayy der, çünkü bu kelime “Hayat Sendendir” manasına gelir. Hû der, çünkü bu kelime “Senin için yaşıyorum ey Zât!” manasına gelir. Mehmed Zâhid Kotku Hz.leri (KS) der ki:
“Bu kelimede murâkabe ve sohbet ile râbıta kelimeleri müşterektir.”
Murâkabeyi önceki düsturda anlatmıştık. Sohbet, ruhun Allah’ın sahipliğini algılaması, Onun şefkati ve konuşması ile kendin güvende hissetmesi içindir. Râbıta ise, ruhun Allah ile bağıdır. Ki râbıtanın özünde Allah’ta fâni olma ve ihlas vardır. Yani ruhunun Allah ile arasında hiçbir perdeye ve manevi buluta izin vermeme; kalb gözünün O Ezel Güneşini daimî müşahedesidir. Sohbet ve râbıta, halk içinde kendini tam bir gurbette hisseden salike ve hakiki halvet ehline teselli verir. Çünkü Hz. Peygamber (ASM) Cevşen Duası’nda ısrarla vurgular: “Allah, gariplerin, kendini gurbette hisseden kimsesizlerin Sâhibi’dir. Allah böyleleriyle birebir ilgilenir. Gurbet hissi arttıkça, ilgi de artar.”[10] Bu tarz ilgi, Allah’ın Ehadiyet tecellisiyle meydana gelir. Bu açıdan Mehmed Zâhid Kotku Hz.leri (KS) şöyle der:
“Bu kelime Zât-ı Ehadiyetin sırlarının müşahedesidir. Bunu ancak ‘ havass ’ olan kâmiller anlar.”
9) Vukûf-u Zamânî: Vukuf, durma ve durdurma demektir. Vâkıf olma tabiri de durup düşünen, zamanın seline kapılmayıp belirli bir sahada ihtisas yapan kişilere verilen isimdir. Bu esas, terim olarak kişinin zamanın nasıl geçtiğini anlaması ve ona göre hareket etmesidir. Bu vukuf, zamanı israf etmemeyi, onu en bereketli surette kullanmayı netice verir. Bu ihtimamın mükâfâtı ise, “bast-ı zaman” olur. Kendi gayretiyle, ömürünün dakikalarını Kitab ve Sünnet’in emir ve yasaklarına ihlas ile irtibatlandırıp birer çekirdek haline getirenlere Allah bu manevi kerameti ikram eder. Ki Resulullah’ın Mi’racı, bir bast-ı zamandır.[11] Kadir Gecesi’ndeki 1’e 30.000 sırrı da bast-ı zamanla alakalıdır. Bu açıdan bu seviye ruhun, kabz-bast halleriyle işletilip terbiye edildiği, insanın nimetlere şükür ve musibetlere sabır ile yol aldığı aşamadır. Yâkub-u Çerhî (KS) Hz.leri’ne şeyhi emreder ve der ki: “Kabz (ruh daralması) halinde, istiğfar; bast (ferahlama) halinde de şükre devam eyle!”
Şâh-ı Nakşibend (KS) Hz.leri bu düstur hakkında şöyle der: “Bu vukuf-u zamânî, tâlibin nefsin ahvallerine vâkıf olmasıdır. Eğer Hakk’ın rızasına ve şeriat-ı Ahmediye’ye (ASM) muvafık (uygun) ise şükreder; böyle olmadı ise onu da istiğfar ile telâfiye çalışır. Bu Hakk yolunun kuruluşu, zamanların muhafazasına bağlıdır. Nefesi alıp verirken sakın gafletle vermemeli; buna çok dikkat etmek lazımdır. Sûfiyyûn nezdinde vukuf-u zamânî, hallerini muhasebeden[12] kinayedir.”
Hazret ayrıca der ki: “Vukuf-u zamânî her geçen saatin ve dakikaların huzur veya gaflette geçmesini hesaplamaktır.”
Bu vukuf-u zamânînin özü, 5 vakit namazdır. Bediüzzaman’ın bir temsille belirttiği üzere “Her yeni gün sana, hem herkese bir yeni âlem kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümâtlı (karanlıklı) ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde (görüntüler âleminde, manevi arşivde) şehâdet eder (şâhitlik eder). Zira herkesin her günde, şu âlemde bir mahsus (kişiye özel kılınmış) âlemi var.
Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki aynanda görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür; kırmızı ise kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O ayna şişesi (aynanın camı) düzgünse, sarayı güzel gösterir. Düzgün değilse çirkin gösterir. En nâzik şeyleri kaba gösterdiği misillü, sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazınla o âlemin Sâni-i Zü’l-Celâl’ine (Celal ve İhtişam Sahibi Sanatkârına) müteveccih olsan (yönelsen), birden sana bakan âlemin tenevvür eder (nurlanır, aydınlanır.) Âdeta namazın bir elektrik lambası ve namaza niyetin onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümâtını (karanlıklarını) dağıtır ve o hercümerç-i dünyeviyedeki (dünyaya ait kargaşalardaki) karma karışık perişaniyet içindeki tebeddülat (değişmeler) ve hareket, hikmetli bir intizam ve manidar (manalı) bir kitâbet-i kudret (kudret yazısı) olduğunu gösterir. ‘ Allâhu nûru’s-semavâti ve’l-ard ’ (Allah göklerin ve yerin nurudur) âyet-i pürenvârından (nurlar dolu âyetinden) bir nuru senin kalbine serpen, senin o günkü âlemini, o nurun in’ikasıyla (yansımasıyla) ışıklandıran, senin lehinde nuraniyetiyle şehadet ettirir.”[13]
Vukuf-u zamânî bu namazın verdiği sırrı ve nur âlemiyle teması, günün her saatine, hatta her dakika ve nefesine kadar yaymayı hedefler. Namaz ve zaman irtibatını anlatmak için Hz. Peygamber (ASM) şöyle der:
-”Sizden biri evinin önünde akan bir nehre 5 defa girip yıkansa ondan hiç kir kalır mı?” Sahabeler:
- “Hayır” deyince Hz. Peygamber (ASM):
- “İşte 5 vakit namaz da öyledir” der.[14] Bu hadis bir temsil veriyor. Rüyada ve manevi âlemlerde, zaman hakikati, akan bir nehir olarak görünür. Aktığı için temizdir; hem İlâhî tecellileri aksettirir. Deniz ve nehrin güneşe ayna olması gibi zaman da Bâki olan Zât-ı Ehadiyetin tecellilerine aynadır. Bu aynalık o kadar berrak ve nettir ki bir kudsi hadiste Cenâb-ı Hakk Hz. Peygamber’in (ASM) dilinden şöyle der: “Dehre (zamanın tamamına) sövmeyin. Dehr, Ben’im!”[15] Yani zaman denilen hakikat ve nehir, Allah’ın Dâim isminin bir tecellisidir.
Zamanı, Allah ile irtibatlandırmadan düşünmek ve Allah’a rağmen var diye bakmak, onu Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi diye bilmemek ve algılamamak, bir şirktir. Hiçbir şey Allah’a rağmen var olamadığı gibi zaman da, mekân da olamaz. Her insanın madem mekân ve zaman algısı var. O halde her insan, zaman ve mekânın Allah ile bağını kurup geçmişin hüzünlerinden ve geleceğin endişe ve korkularından kurtulmakla mükelleftir.
Bu manada diyebiliriz ki her semavi dinde bulunan oruç ibadeti, insanın mekâna ve maddeye bağlı yönü olan “nefs” ini terbiye edip onu maddeden mücerred, mekandan münezzeh olan Kuddûs-u Selâm’a bağladığı gibi; namaz ibadeti de onun zamana bağlı yönleri olan “şahsiyet” (kişilik) ve “enâniyet” ini (benliğini) terbiye edip onu zamanla kayıtlı olmaktan mualla (yüce) ve müberra (temiz) olan Mü’min-i Müheymin’e bağlar.[16]
Vukuf-u zamânî, zikir ile, bu İlâhî irtibatı günün her saatine, senenin her dakikasına, ömrün her nefesine yaymaya ve yerleştirmeye çabalar.
10) Vukuf-u Adedî: Aded, Arapça’da, sayı demektir. Vukuf-u adedî ise, kişinin zikri zamanında hatırasını (zihnine gelenleri) muhafaza etmesini ve ne kadar zikrettiğini bilmesi lazımdır, manasına gelir. Mehmed Zâhid Kotku (KS) Hz.leri bu esası böyle anlatır. Zikirle ilgili yakinen tanıdığımız bir dostumuzun bizzat yaşadığı bir olayı anlatırsak mesele daha iyi anlaşılmış olur. Dedi ki:
“Bir gün kendimi duygusal açıdan kirli ve bulanık hissediyordum. Kalbimi ve duygu dünyamı temizlemek için ‘ Yâ Kuddûs ’ çekeyim diye niyetlendim. Başladım çekmeye… Başka işlerim de olduğu için ne çektiğime dikkat etmedim. Fakat birden bende bir öfke, bir sinirlilik ve gerginlik başladı. Herkese kızmaya başladım. Sonradan fark ettim ki ben ‘ Yâ Kuddûs ’ çekeceğime ‘ Yâ Kayyûm ’ çekiyormuşum. ‘ Yâ Kayyûm ’ çekmeyi bırakınca o öfkeli hal geçti.” Kuddûs ismine göre, Kayyûm ismi çok celalli bir isim ve muazzam bir hakikatin ilancısıdır. Hakikatindeki celal ve zuhur yönü, kulda da bir celal ve haksızlığa karşı kıyam duygularını uyandırıyor. Bu vaka gösterir ki zikirde dil ile gönül aynı olacak.
Bu hâtıra, Yâd Gerd düsturunun sırrını açıyor. Bu açıdan dil ile söylenilen zikrin içeriğinin tesiri çok iyi anlaşıldığı gibi sayısının da önemi anlaşılır. Çünkü zikir manen hasta olan kişilere ve duygularına bir ilaçtır. İlacın eksiği iyileştirmediği ve acıları dindiremediği gibi fazlası da dengeleri bozar ve iç huzuru kaçırır. Bu ise, kişiyi şeytânîleştirir ve kontrolden çıkarır. Nasıl doktor kontrolünde olmadan ilaç tedavisi yapılamaz. Yapan hasta acele ettiğinden “Topluca içersem çabucak iyileşirim” algısına kapılır. O vakit herkese şifa olan ilaç, ona zehir olur. Hem “Mideye ve bağırsağa iyi gelen şu ilaç, boyun ve gırtlağa da iyi gelir” diye farklı hastalığa uygun ilacı her yerde kullanır. Bu câhilliğiyle insan, hayatını katleder. Aynen öyle de her biri fıtratın bir yönünün hastalığı için tedavi edici olan Esma-yı Hüsna zikrini, canının istediği kadar çeken kişi maalesef kendi fıtratını perişan eder, hastalıklarını artırır ve istidatlarını köreltir.
Bu yüzden ehl-i tasavvuf “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” derler. Yani onları hayra ve hakka erdirecek mürşidi olmayan kişi, nefsinin, hevâsının, şeytanların ve şeytanlaşan insanların takipçisi olur. Zâten hakikatte mürşidi olmayan hiçbir insan olamaz. Mürşid “yaşam koçu” demektir. Bu mürşid ya bir kudsî şefkat âbidesi olur veya bencil bir şehvet kulesi olur. Hayatımızdaki bencillik ve fedakârlık bizim mürşidimizin, yaşam koçumuzun kim olduğunu bize gösterir. Maddeye bağımlılığımız ve zühdümüz bizim hak yolunda mı, yok yolunda mı olduğumuzu bize ifade eder.
Vukuf-u Adedî düsturu, zikreden kişinin tam bir irade kontrolüne sahip olduğunu, tam bir manevi uyanıklık ve farkındalıkla zikrettiğini, her şeyi hudutları içinde icra ettiğini gösterir. Ki bu, tam bir huzur halidir. Huzur, Allah’ın her şeyi bir hisar (kale) gibi sınır çizerek kuşatması, sonra o hisarın idarecisi olarak onu yönetmesidir. Bu idareciliğe Kur’anda “velâyet” denilir. Veli, bir nesne ve kişiyi yöneten demektir. Çocuğun velisi gibi… Aynı kökten gelen vâli ise, nesneleri ve kişileri idare edip yöneten demektir. Bu manada her Allah dostu, Allah’ın ehadiyetiyle birebir yönetimi altında olduğu gibi, kâinat ve yeryüzü, zaman ve mekân da Allah’ın Vâhidiyetiyle yönetimi altındadır. Yani Allah her bir insanın ve nesnenin velisi, bütün kâinatın vâlisidir. Fakat Allah dostlarında olan bu yönetim zoraki değil gönüllülük esası dairesinde ve tavsiye şeklindedir. Bu cihetten buna “dostluk” deniliyor. Allah kuluna doğruyu ilham eder ve öğretir; veli kul ise, ona tâbi olur ve itaat eder. Eğer gaflet ederse, itaat etmeyebilir; çünkü hürdür. Fakat bu durum irtibatını zayıflatır belki de kaybettirir.
Vukuf-u Adedî gösterir ki, Allah her şeyin sayısını, adedini bilir. Çünkü her şey, her bir tohum huzur hakikati noktasında İlâhî bir hisar, küçük bir kaledir. Nasıl her ürünün üstünde barkodu oluyor ve mağazalarda o ürünün bir kaydı ve kayıtlı ücreti oluyor. Aynen öyle de İlâhî bir mağaza olan yaratılış âleminde her bir çekirdek, her bir yumurta, her bir hücre ve zerrenin semâvî bir barkodu, maddi ve manevi bir genetiği ve bedeli vardır. Her şey bu manada İlâhî ilimde sayılıdır. Âyetler bu derin sırrı şöyle açıklar: “Allah, gaybın (akıl ve gözlerin görmediğinin) âlimidir, bilicisidir. Hiçbir benlik sahibine gaybı zâhir kılmaz, ona göstermez. Ancak gaybı bilmesinden râzı olduğu resuller hariç! Zâten hemen O, gaybı açtığı kişinin önünden ve arkasından gözcüler yollar. Tâ ki resullerin Rabblerinin elçiliklerini hakkıyla yaptığını bilsin ve görsün. Allah onların yanında olup bitenleri ihata etmiş kuşatmıştır ve O her şeyi bir bir saymıştır.” (Cin Sûresi, 26-28)
Bu manada vukuf-u adedî ile, manevi çekirdekler hükmündeki hakikatli zikirleri ihtimamla dünyasına yerleştiren kişiye Allah, zikrettiği kelimelerin manalarını açar. Tıpkı tarlaya ekilen buğdayların, bahçeye ekilen incir ve zeytinlerin açılıp filiz vermeleri gibi… Nasıl onlardan incir ve zeytin ağacı, buğday ve arpa bitkileri zuhur ediyor. Aynen öyle de vukuf-u adedî ile Sübhanallah, Elhamdülillah, Allâhu Ekber zikirlerinin mana tabakaları açılır.
Zikirde vukuf-u adedî önemli olmasının sırrını namaz akabinde yapılan 33 defa Sübhanallah, 33 Elhamdülillah ve 33 Allâhu Ekber zikri gösterir. Bediüzzaman Said Nursi bir talebesine hatıralarda bu 33 adet için şöyle der: “Ne 32 olacak ne 34… İlla 33…” Bu rakamın ehemmiyetinin sebebini başka bir talebesine şöyle açar: “33 Sübhanallah ve 33 Elhamdülillah ve 33 Allâhu Ekber’deki merâtibe (mertebelere) göre mücâhedât-ı fikriye (fikir savaşlarına) ve makamat-ı rûhiyedeki (ruhun makamlarındaki) tezâhürat (görünmelere) ve 99 Esma-yı Hüsna cilvesine mazhariyet sırlarını hayal meyal uzaktan uzağa hissedilmesindendir.”[17]
Sözler Kitabı, 9. Söz meseleyi iyice açar: “Sübhanallah, Allah’ın celaline; Elhamdülillah, cemâline; Allâhu Ekber ise, kemâline işaret eder” der. Demek ki, 99 ismin 33’ü celâlî[18], 33’ü cemâlî[19], 33’ü ise kemâlîdir[20]. Madem Esma-yı Hüsna 99 adeddir. O halde zikrin sayısı 99 olacaktır. Madem isimler 33’er adet olarak celâlî, cemâlî ve kemâlîdirler. O halde Sübhanallah, Elhamdülillah, Allâhu Ekber cümleleri de 33’er defa olur. İnsan fıtratı bu 99 ismin cilvesiyle yaratıldığı ve kâinat da bu 99 isme ayna olduğundan vukuf-u adedîye dikkat etmeyen bir zikir, hem kişinin fıtratını bozar, hem kâinata dengesiz baktırır. Güzellik hakikati, uyum ve denge denilen bir Altın Oran’dan ortaya çıktığından bu dikkatsizlikle dengesi bozulan kişi kâinatın taşıdığı güzelliği ve mükemmelliği göremez hale gelir.
Vukuf-u adedîye itibar eden kişiye zikredilen hakikatin sırları açılır. Bunlar âyetin işaret ettiği üzere birer “gaybın zuhurâtı” şeklinde birden bire belirir. Bu sırlar ledün ilmi sınıfına girer. Bu cihetten Şâh-ı Nakşibend (KS) Hz.leri bu mertebe hakkında şöyle der:
“Vukuf-u adedî, ilm-i ledünnînin ilk derecelerinden ilk derecedir.”
11) Vukuf-u Kalbî: Bu düstur hakkında Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr (KS) Hz.leri der ki: “Vukuf-u kalbî, zâkirin (zikredenin) Hakk Teâla ile şu vecihle irtibatıdır ki, Ondan gayrıya iltifatı kalmaya! Bu da her zikredene birinci şarttır. Buna huzûr (Allah tarafından kuşatıldığını yakinen bilme), vüsûl (Onun tecellilerine erişme ve kavuşma) ve şuhûd (Onun tecellilerini ve cilvelerini kalb gözü ile görme) de derler. Vukuf zikir halinde, haline muttali olup (güneş gibi aydınlık ve net şekilde bilip) zikrin manasını mülâhazadır (anlamaktır) ve gaflete hiç yol bırakmamaktır.”
Dikkat edilirse önceki bölüm duymayı, ilham-ı İlâhîyi kalb kulağıyla almayı anlattı. Bu bölüm ise, görmeyi, cemâl-i İlâhînin tecellileri ve cilvelerini kalb gözü ile iç dünyasına almayı ifade ediyor. Her insanda olan süm’a (desinler, duysunlar) hastalığının zikrin nuru vasıtasıyla tedavisinin sonucu, halkı duymaktan kurtulup Hakk’ı kalp kulağıyla duymadır. Yani ilhamdır. Bu “ahfâ”[21] denilen latifeyle olur. Hem her insanda olan riya hastalığından zikrin kudsiyeti ile kurtulmanın neticesi, halkı görmeden kurtulup Cenab-ı Hakk’ın cemalini müşahede, kemalini ise rü’yet ile görmedir. Bu ise, “sır ve hafi”[22] latifeleriyle olur. Sır, kalb gözü; hafî ise, onun göz bebeğidir.
İçe dönük yapılı kişilerin hastalığı daha çok süm’adır. Buna Batı Dünyası “ego-santriklik” diyor. Süm’a nefsin değil, âciz ve korkak enâniyetin hastalığıdır. İnsanın benliği bir kedi gibi iltifat edildikçe ve okşandıkça kendini güvende hisseder. Onu okşayanı, kendisinin velisi ve dostu zanneder. Onu eleştireni ve kınayanı ise, düşmanı zanneder. Zikirle velâyete erişen böyle kişilere Allahu Teala ilhamla dostluğunu gösterir, onlara güven verir.
Dışa dönük yapılı kişilerin hastalığı daha çok riyadır. Riya, enâniyetin değil hırslı ve muhtaç olan nefsin hastalığıdır. Halka kendini güzel ve mükemmel göstererek sevdirmek ister. İnsanın nefsi bir köpek gibi sevildikçe kendini var hisseder. Bu hissedişten lezzet alır. Allahu Teâla ve Tekaddes Hz.leri kendini aşk ile zikreden ve velâyete erişen dışa dönük kişilere kendi tecellilerini gösterir. Onun gözünü mâsivâya kör eder.
Sâbit bir hakikattir ki halkı riya ile gören, Hakka karşı kör olur. Halkı süm’a ile duyan, Hakka karşı sağır ve âsi olur. Müşrik ve münâfıklarda, gâfil ve günahkâr müminlerde olduğu gibi… Fakat halka karşı kör olan, Hakka karşı şâhid ve basîr olur; halka karşı sağır olan ise, Hakka karşı semî (işitici) ve mutî olur. Bu açıdan Hakk yolunun bu dostu Allah’ın dergâhının sâdık bir köpeği ve Onun sarayının okşanmayı hak eden bir kedisi olur. Kerâmetler ise, bu Hakk âşığının kudsi nefsine atılan bir kemik; nurlu benliğine atılan birer ciğerden ibârettir.
Kulun Allah’ı duyması ve tecellilerini görmesi, Onun kalbinin ve ruhunun her şeyden bağını ve bağlantısını kopartır. “Hasbiyallah” (Allah bana yeter)[23] manasını hissederek söylettirir. “Eleysallâhu bikâfin abdehu” (Allah kuluna işitici ve görücü olarak kâfi değil mi?)[24] âyetinin manası belirginleşir.
11 Düstur ile görüldüğü üzere Nakşibendîlik yolu, kişiyi dinin hakikatine, özüne, manasına ve tevhidin sırlarına eriştiren bir tarikattır. Onların zikri, daima “Lâ lâhe illallah” tır. Çünkü bu kelime-i tayyibe bir cümle olmakla birlikte Esma-yı Hüsna adedince cümleleri içerir. Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere…[25]
Hem Nakşîlerin sessiz zikri onları, nefis terbiyesinden daha çok enâniyet ve şahsiyet terbiyesine yönlendirir. Kadirîler, sesli zikirlerle âfâkı fethedip aydınlattıktan sonra enfüse döndükleri zaman daha önce görmedikleri problemlerle karşılaşırlar. Oysa o büyük enfüsî problemlerle ilk başta yüzleşen Nakşîler, enfüsü tevhid ve levm hakikatleriyle fethedip aydınlattıktan sonra âfâkı çabucak aydınlatırlar.[26]
Evet enâniyet ve şahsiyeti arıtan ve temizleyen ise, lafızdan manaya geçmek, hakiki ilme ve nura ermek; bu ilim ve nur ile Allah’a karşı şevk ve Onun kullarına karşı şefkat hissetmeyi en büyük meziyet ve ebedî fazilet olarak görmek ve kabullenmektir.[27] Bu manadan dolayı Nakşîlik yolu, ilim erbabının yoludur. Osmanlı devrinde ilmiye sınıfı genelde Nakşibendî idi… Bediüzzaman der: “Hadîs-i şerifte vardır ki: " Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır."[28] "Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı olur."[29] Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.”[30] Zâten Risale-i Nur hizmeti bu tarz bir tefekkür-ü imaniyedir.
***
[1] Hazret, Mutaffifîn sûresi 14. Âyeti tefsir ediyor. Âyet der: “Hayır! Öyle değil! Bilakis onların yapa geldikleri şeyler onların kalplerini paslandırmıştır.” Demek haram bakışlar ve günahlar, kalp aynasını paslandırıyor; iman nuru, görünmez ve yansımaz hale geliyor.
[2] Bu tâbir de yine İbrahim sûresi, 24-25. Âyetlere dayanmaktadır. O âyetler tevhidi, tevhid kelimesi olan Lâ ilâhe illallâh’ı hakikat zemininde kök salan, Hüviyet âleminde meyvesini veren bir ağaca benzetir. Demek tevhid, hayat veriyor. Görüldüğü üzere hemen her tâbir-i Nakşî bir âyete dayanıyor. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Bütün hak tarikler Kur’andan alınmıştır.” (Sözler, 26. Söz, Hâtime)
[3] Sözler, 17. Söz, 2. Makam.
[4] 32. Söz, 3. Mevkıf
[5] Nahl Sûresi, 66
[6] Bakara suresi, 156.
[7] Lem’alar, 2. Lema, 1. Nükte.
[8] Lem’alar, 2. Lem’a, 1. Nükte.
[9] Kelime-i Tevhid’deki “Lâ İlâhe” (İlah yok! Ne içte nefis, heva ve benlik; ne dışta madde, tabiat ve tesadüfler ilah değildir) cümlesine “Nefy” (Olumsuzlama); “İllallah” (Sadece Allah, ilahtır) cümlesine ise “İsbat” (Olumlama) denilir. Nefy, kalb denilen mecâzî Kâbe’yi putlardan ve putlaştırılan şeylerin alaka ve sevgilerinden temizler, arındırır. İspat ise, orayı Allah’ın kemalinin ve Samediyetinin aşk içinde beliren tecellilerine ayna kılar.
[10] Bakınız Cevşen, 92. Bab, 3. Ukde.
[11] Lem’alar, 3. Lem’a, 3. Nükte.
[12] Bu “muhâsebe” lafzı çok güzel bir hakikati temsilleştiriyor. Çünkü muhasebe ilminde her işlem, kayıtlara kasa açısından “borç-alacak” olarak kaydedilir. Muhasebe ilmine göre bir kasaya para girerse, kasa borçludur; bir kasadan para çıkarsa, kasa alacaklıdır. Aynen öyle de insan bedeni, bir kasadır. İnsana gelen her nimette, insan borçludur; insandan çıkan her şükür ve sabırda insan alacaklıdır. Allah ise, borçları çok iyi hesap eden Hasîb ve Deyyan’dır. Zerre miktar hayrı ve şerri Levh-i Mahfûz denilen Defter-i Kebîr’de kaydeder ve her ömrün bilançosunu çıkartır. Borç bâkiyesi veren ömür sahipleri, Cehennem’e; alacak bâkiyesi veren ömür sahipleri Cennet’e gidecekler.
[13] Sözler, 21. Söz, 1. Makam, 5. Îkaz.)
[14] Buhârî, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 283. Ayrıca bk. Tirmizî, Emsâl 5; Nesâî, Salât 7; İbni Mâce, İkâmet 193.
[15] Buhârî, Edeb, 101; Müslim, Elfâz, 4; Muvatta'. Kelâm, 3.
[16] Zikir, kişiye lezzet verir. (Cevşenü’l-Kebir) Zikir, kulun Allah’a lezzet alacak şekilde bağlanmasıdır. Bu manada Kur’anda namaz, lezzet verici olarak bahsedileceğinde ona “zikir” denilir. Tarikat erbabının zikri ise, bu manevi lezzeti bütün ömre yaymaktır.
[17] Barla Lahikası
[18] Mümit, Kahhar, Cebbar gibi…
[19] Muhyi, Kerim, Latîf gibi…
[20] Adl, Hakem, Samed gibi…
[21] Nakşibendî şeyhi olan Süleyman Hilmi Tunahan (KS) Hz.leri ve Bediüzzaman’ın (K.S.) tespit ettiği üzere…
[22] Bedüzzaman’ın tespitiyle… 21. Söz, 1. Makam, 2.Îkaz; 11. Söz ve 28. Lem’a, 9. Nükte, Hüdhüd-ü Süleymânî (AS) bahsi…
[23] Tevbe suresi, 129.
[24] Zümer suresi, 36.
[25] Mesnevi-i Nuriye, Şule Risalesi.
[26] Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih.
[27] Lem’alar, 21. Lem’a, 4. Düstur.
[28] Buhari, Cihad: 102, 143; Müslim, Fadâilü's-Sahâbe: 34; Dârimî, İlim: 10; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr: 6:359, hadis no: 9606.
[29] El-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:310; Gazâlî, İhyâ u Ulûmi'd-Dîn, 4:409 (Kitâbu't-Tefekkür); el-Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, 1:78.
[30] Emirdağ Lahikası-I.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.