Erdem AKÇA
Risale-i Nur’un Risale-i Nur İle Şerhi-6 (Hidayet, Basiret ve Basar Bahsi)
Risale-i Nur’daki marifetullaha dair bahislerden özet mahiyette olan fakat bir çok marifetullah sırrına câmi olan bahislerden birisi Osmanlıca Lemeat Risalesi’nde bulunan “Mahbub-u Hakiki En Akreb, hem En Eb’addir” bahsidir. Bediüzzaman marifetullaha dair bir çok kavramın izahını da burada yapar. İlgili metin şöyledir:
Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab’addir
Ey esbabperest arkadaş! Rahmet ve ilm ve kudret denizinde daima müsebbihane yüzen kâinat timsalini,
Görmek eğer istersen; benimle beraber gel, hayâlî bir seyahat. İşte bahr-i ummanın (fakat suyu tatlıdır) en derin bir yerini
Kendine makarr etmiş, yüzlerce menzillere havi olan bir cisim, tahtaları pek ince, tahtelbahrin içine, sen karınca cismini, ben arı libasını
Giyeriz de gireriz. İstersen gel de otur, kanadımın üstüne, beraber de uçarız, muhit-i havaînin denizinde yüzeriz. Onun orada var bir balonu.
Bu müthiş bir balondur, binlerle bölmeleri var, mürettep muntazamdır. Biz de girdik içine, ben kondum pencereye, sen istedin altını.
Ey karınca kardeşim! Tahtelbahirde isterdik, suyun yüzünü görmek. Burada istiyoruz, ziya ile yıkanmak, ben bilirim yolunu.
İkisinde ikişer yolumuz var. Bir basar, nazar yolu. Basar surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz. İşte tarik-i fenni.
İkincisi: Hidayet, basiret tarikidir. Hidayet hakka bakar, basiret hakikate. Hak ve hakikat öyle, birer keskin âlettir, ki tahtelbahir balonu.
Neresini istersen, onlar ile delersin, mâ ve ziyâ alırsın. Bu pencerede görürüm; zaten pek çoktur pencereler. Sen zulmette oturdun, görmezsin hiçbirini.
Bizim gibi küçücük hayvanlara kâfidir, mesamatta tereşşuh, menâfizde şuâat. Sen sözümü tutmadın, bölmelerde dolaştın, bir şey bulmadın, ayaklar ezdi seni.
İşte âlemde olan sebepler, vasıtalar; benzer o bölmelerde mürettep ve muntazam perdelere. Duvarlar, her birinin altında, hem dahi pek yakını.
Melekûtiyet vechinde, ma-i kudret işliyor, ziya-ı ilim okşuyor. Nesim-i Rahmet yelpezler, yüzünü hem gözünü, cânını cânânını.[1]
Lemeattaki “Mahbub-u hakiki…” bahsinin öğrettiği ve Külliyat’taki marifetullahın anahtarı olan bilgilerden bir kısmı ise şöyle:
“İkisinde ikişer yolumuz var. Bir basar, nazar yolu. Basar surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz. İşte tarik-i fenni.
İkincisi: Hidayet, basiret tarikidir. Hidayet hakka bakar, basiret hakikate.”
Kur’an’ın irfânî bir şekilde bildirdiği üzere her nesne bir “şey” olarak Evvel-Ahir-Zâhir-Bâtın isimlerinin bir tecellisidir. Bu 4 isim ise, “Muhît ismi” ni meydana getirir. İlm-i İlahinin “ihata” vasfı bu şekilde tecelli eder. Evvel ve Ahir isimleri, zaman hakikatiyle ilgilidir. O nesnenin mevcudiyet süresini, sürecini, başlangıcını, sonunu, yani kökünü ve meyvelerini bildirir. Zâhir ve Bâtın isimleri, mekan hakikatiyle ilgilidir. O nesnenin hazır zaman olan “an” daki mevcudiyetini, onun dış görüntüsü ve iç dinamiklerini ifade eder. Diğer boyutla Zâhir ismi, o nesnenin “mülk” (dış güçlerle etkileşimi ve idaresini); Bâtın ismi o nesnenin “melekût” (iç güçlerle etkileşimi ve idaresini) ifade eder. Bu yönüyle Zâhir ve Bâtın isimleri, “Vâsi’ ismini” ve “vüs’at-i ilmi” de meydana getiren iki ana direktir. Bu dörtlü ve ikili yapı, kâinat ve içindeki her şey, Ahiret ve içindeki her şey, hatta mâsiva olarak adlandırılan her “şey” için de zaruri bir sonuçtur.
Bu noktada Üstad, kâinatı okuma yolculuğunda din dışı felsefe ve fenlerin, hatta din dışı dairede kalan bütün insanlığın yalnızca “zâhir”e odaklanacağını “Basar, surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz. İşte tarik-i fennî!” tabiriyle ifade eder. Rum suresi 7. âyetin müşrikler ve sebeplere takılıp kalanlar hakkında “Ya’lemûne zâhiren mine’l-hayati’d-dünya” (Onlar dünya hayatının yalnızca zâhirini bilirler) cümlesi tam bu noktayı izah eder. Buradaki dam, tümevarım yöntemi ile zâhirden hakikate geçmeyi, kanunları keşfetmeyi ifade eder. Fenler, “basar” ı yani gözle görmeyi, laboratuvarda gözle gözlemlemeyi veya tabiat dünyasında gözle müşahede etmeyi baz alır, diyor. Gözün görme sahası dışındaki şeyler, fenlerin sahası dışında kabul edilir. Oysa insan gözünün görme frekansı çok sınırlı iken… Fenler, usulen, gözle görülen münferit hadiseleri istatistik yaparak külli kaidelere yürümede araç olarak kullanır. Bunu Üstad “dama çıkma” olarak ifade ediyor. Fakat akıl ve nazar konusunda Bediüzzaman başka bir eserinde şöyle der: “Hem de akl-ı nazar penceresiyle eşyaya bakar… Nazar-ı aklî kendi desatiriyle çok fakirdir ve dardır. Pek çok hakaike karşı kasır olur (kısa kalır). Kavrayamadığından, "Hakikat değil" der, reddeder.”[2]
Fakat din ve Kur’an’ın yolu için Bediüzzaman “Hidayet, basiret tarikidir. Hidayet hakka bakar, basiret hakikate…” der. Bediüzzaman İşârâtü’l-İ’caz kitabında hidayet hakikatine dair şöyle bir izah getirir: “En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir.”[3] Basar ve basiret farkını ise Bediüzzaman şöyle açar: “Basar, şu musanna’ ve murassa’ masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir... veya da körlüğündendir... veyahut mes’elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir… veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır.”[4]
Hakikat ilmi, esere bakıp Müessir’e intikal etmek ve Müessiri aklen görmektir. Bu çerçevede basiret, kişiyi hakikate ulaştırır. Hidayet ilmi ise, hakikatlerin beraber tecelli ederek, bir birlerini sınırlayarak mahlukatı yaratışında tecelli eden muvazenede Allah’ın nurunu görebilmektir. Yaratılış âlemi, hakiki bir ârif-i billah olan Hz. Hud’un (AS) ifadesiyle Rabb-i Zü’l-Celal-i ve’l-İkram’ın sırat-ı müstakim üzere, karşılıklı dengeler kurarak sergilediği icraatı ve eseridir. Bunu Hazret: “İnne Rabbî alâ sırâtın müstakîm” [5] cümlesiyle ifade eder. Bir insana verilmiş en büyük hediye, kâinattaki bu sayısız dengeleri fark etmesi ve ona ayak uyduracak hale getirilmesidir. Bu çerçevede hidayet, hakikat elmasının hayat mekanizmasıyla hak pırlantasına dönüşünü seyretme, görebilme ve daha ötede başkalarına gösterebilmedir. İnsanın hak ve hakikat yolculuğunu, Allah’a iman ile hüviyetini bulma seyrini anlatan Ta-Ha[6] suresi, “Vesselamu ala menittebea’l-hüdâ”[7] (Selam ve selamet, hüda ve hidayet hakikatine tâbi olanlar üzerine olsun) cümlesiyle bu hakikati ifade eder. Ki selam ve selamet, hakka mazhariyetin eseridir. Bediüzzaman bunu hakkı temel alan İslam Medeniyeti’nin yapısını anlatırken şöyle ifade eder: “Nokta-i istinadı, kuvvete bedel ‘hak’ tır. Hakkın daim şe'nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.”[8]
Bu çerçevede diyebiliriz ki, “Allah’ın kendisine özel hidayet verdiği kişi anlamına gelen” Mehdî ve mehdiyet sisteminin,
- Kâinattaki umumi muvazene ve adaleti, hak ve hakikat tecellilerini görebilecek şekilde Adl ismine,
- Kâinatın zerrelerinden kürrelerine kadar hükmeden kanunlar, geçmiş ve geleceği arasındaki bağlantılarda zuhur eden intizamı okuyabilecek şekilde Hakem ismine mazhar olması zorunludur.
Bu noktada diyebiliriz ki Adl ve Hakem isimleri kendisinin ism-i a’zamları olan İmam-ı A’zam Ebu Hanife, kendi döneminin bihakkın mehdisi ve müceddidiydi. Bunlara binaen diyebiliriz ki, herhangi bir devirde Mehdiyet dava edecek kişinin ehl-i hak, ehl-i irfan, ehl-i hikmet ve ehl-i şeriat olması, din sistematiği içinde zorunludur. Yoksa iddiası, ispatsız kof bir davadan öteye geçmeyecektir.]
[1] Abdülkadir Badıllı, bu ifadeyi “cânân” diye okumuş; oysa “cenân” dır. Farsça’da cân, “ruh”; cenân ise “kalb” demektir. İnsan kalbi, “fakr” ıyla hakka müteveccihtir; insan ruhu ise, “acz” iyle hakikate mukabildir. Metnin akışı “cânını, cenânını” olmasını iktiza etmektedir. Ki hakikatte de öyledir. Bkz. Matbaa-i Evkaf Baskısı Lemeat, 1337-1339, Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab’addir bahsi.
[2] Âsâr-ı Bediiyye, Rumuz, Tedkikin Çeşitleri…
[3] İşârâtü’l-İ’caz, Fatiha suresi tefsiri, 6. âyet.
[4] Mesnevi-i Nuriye, Abdülkadir Badıllı Tercümesi, 10. Risale.
[5] Hud suresi, 56.
[6] Ta-Ha, ifadesindeki “Ta”, tarik (yol); “Hâ” ise, hüda, hidayet ve hüviyet manalarındadır. Hakk, hüviyeti içerdiği ve “Hüve” ye odaklılığı ifade ettiği; hidayet ise sırat-ı müstakim üzere hakka erişme, hakkı görme, hak üzere olma, hak üzere kalma ve hayatıyla hakkı gösterme manasında olduğundan Ta-Ha, hidayet ve hüdâ tariki manasında anlaşılabilir.
[7] Taha suresi, 47.
[8] Sözler, Lemeat, Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer'î muvazeneleri.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.