Musa Kazım YILMAZ
Nurefşan Bir Bülbül
1970’li yıllarına başında Diyarbakır İmam Hatip Lisesinde parasız yatılı öğrenciydik. O zaman Diyarbakır’da üç yıllık Eğitim Enstitüsü ve Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak yeni açılan Diyarbakır Tıp Fakültesi de vardı. Eğitim Enstitüsünde, Diyarbakır Lisesi Hocaları arasında, Tıp Fakültesinde Hatta İmam-Hatip Lisesinin hocaları arasında bile bir Kürtçülük hareketi vardı. Ancak denilebilir ki bu akım sadece okumuş kesimde söz konusuydu ama halk arasında böyle bir şey bilinmiyordu.
Hafta sonu olunca bazı hocalarımızın delaletiyle üst sınıflarda okuyan abilerimiz elimizden tutarak bizi Doğu Kültür ocaklarına götürdüler. Bir iki üç… Derken orada kürsüye çıkıp seminer verenler hep devleti kötülüyorlar, faşizm diyorlar, sömürü düzeni diyorlar, proletarya diyorlar v.s… Bizi oraya götüren abilerimiz, “Ocakta bize dinden, imandan söz edecekler” demişlerdi. Oysa kürsüye çıkanlardan hiç birisi “Allah” lafzını ağzına almıyordu. Bir gece seminer verenin yanına gittim ve, “Hocam siz hep yabancı sözcükler kullanıyorsunuz, hiç dinimizden, Peygamberimizden ve Kur’an’dan bahsetmiyorsunuz. Namaz da kılmıyorsunuz. Neden acaba?” dedim. Hoca pişkinlik içinde, “Evladım, biz önce bizi sömürenlerin kimler olduğunu size öğretiyoruz. T.C. devleti, sizin bildiğiniz gibi bir devlet değildir. Bu faşist devlet bizi sömürüyor, haklarımızı vermiyor. Biz önce bunları öğrenmeliyiz, sonra Allah’ı peygamberi de öğreniriz, namaz da kılarız” dedi.
Adamın sözlerinde samimi olmadığını anladık. Beraber gittiğimiz arkadaşımla birlikte, yanlış yere geldiğimizi de anlamıştık. Okula döndük ve bir daha Doğu Kültür Ocağı seminerlerine gitmemeye karar verdik. Arkadaşıma, “Ya bizim evde, 1965 tarihli İstiklal gazetesinde basılan Bediüzzaman’ın bir resmi vardı. Abim onu gazeteden kesip, çerçeveletip duvara asmıştı. Altında da, ‘İslam Düşmanlarının Planlarını Altüst Eden Adam’ diye yazıyordu. Beni dinlersen biz Bediüzzaman’ın kitaplarını okuyanları bulalım, onların sohbetlerine gidelim” dedim. Arkadaşım seve seve kabul etti.
Bir pazar günü, “Bilse bilse cami imamı onların yerini bilir” düşüncesiyle, ikindi namazını kılmak üzere Behram Paşa camiine gittik. Namazı kıldıktan sonra imamı bekledik. Kendisine, “Hocam biz Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarını okuyanların sohbetine gitmek istiyoruz. Onların yerini bize söyler misiniz” dedik. Hoca biraz düşündükten sonra “Gençler ben şahsen onların yerlerini bilmiyorum, yalnız onların yerini bilen bir zatı tanıyorum. Onun adresini size verebilirim. Kendisi Vakıflar iş hanında terzidir. Ancak bugün kapalıdır. Hafta içi açık olur. İkinci katta “Terzi Şerif” diye sorarsanız herkes size dükkânını gösterir.” dedi.
Biz de adresi alıp Cumartesi günü öğleden sonra Terzi Şerif’in yanına gittik. O da bizi Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Mehmed Kayalar’ın medresesine gönderdi. Mehmed Kayalar, Bediüzzaman Diyarbakır’a gelecek diye onun için Dicle kenarında üç katlı bir köşk inşa etmişti. Fakat Bediüzzaman Urfa’da kalmaya karar verip orada vefat edince Mehmed Kayalar orayı medrese olarak kullanmaya başladı. Biz ertesi gün onun evine gittik, fakat Mehmed kayalar evde yoktu, dolayısıyla bizi içeri almadılar. Yalnız onun talebelerinden birisi bize cep kitabı boyutunda, Mehmed Kayalar’a ait birkaç kitap verdi. Kayalar bu kitapların birisinde (el-Mizân’da) Bediüzzaman’ın Mehdi olduğunu ispat etmeye çalışıyordu.
Kafamız karışık bir şekilde oradan okula döndük. Pazartesi günü okula başladık, teneffüse çıkınca baktım ki, üst sınıflarda okuyan gündüzlü bir öğrenci elinde küçük bir kitapla hem okuyor hem bahçede dolaşıyor. Dikkatimi çekti, “Ya kardeş bu elindeki kitaba bakabilir miyim?” dedim. O öğrenci merhum Ramazan Saruhan’dı. “Hay hay, buyurun bakın, okumak için sizde kalabilir” dedi. Baktım, “Haşir Risalesi” adlı bir kitap. Kitabı aldım, bir gün bende kaldı. Ertesi gün arkadaşımı da alıp onunla tekrar buluştuk. Kendisine, “Ya kardeş bu kitapları okuyanların yerini biliyor musun?” dedim. Ramazan, “Biliyorum, ben de oraya gider, sohbetleri dinlerim; arzu ederseniz bu cumartesi akşamı 10 Numara’da ders vardır, birlikte gidebiliriz” dedi.
Cumartesi günü akşam derse gittik. Ders çok hoşumuza gitmişti. Bir gece yine Cumartesi akşamı derse gitmiştik, derste aşağıdaki kısım okunmuştu:
“Demek, her bir nevi mevcudatın, hatta yıldızların da bir serzâkiri ve nurefşan bir bülbülü var. Fakat bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semâvâtın bütün mevcudatını lâtif seceâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihatiyle vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşânı ve benî Âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir. (A.S.V)”
Bu ibareler çok hoşuma gitmişti. Hele “Nurefşan bir bülbül, Andelib-i Zîşân ve Bülbül-ü Zül-Kur’an” deyimleri bana o kadar lezzetli gelmişti ki, pazar günü Medreseye gittik, hemen o dersin geçtiği kitabı (Sözler’i) almak istedim. “Sözler 40 liradır” dediler. 30 Liram vardı, 10 lira da borç edip Sözler’i aldım. İçimden, “Eğer bir gün evlensem de bir kızım olursa ona, ‘Nurefşan’ ismini koyacağım” dedim.
Gel zaman git zaman, evlendik, kızımız da oldu. Yıl 1986, Ocak ayının 24’ü, kızım henüz 4 günlük iken onu nüfusa kaydettirmek için Konya Nüfus Müdürlüğüne gittim. İşlemi yapacak memur bana, “Kızının adı nedir?” dedi. “Kızımın adı Nurefşan’dır” dedim. Adam, “O da ne biçim isim… Kardeşim biz Türk ismi olmayan isimleri yazmayız. Kızına bir Türk ismi koy, Fatma koy, Ayşe koy, Oya koy, Cemre koy, Berna koy; başka isim mi yok?” dedi. Ben de, “Hayır efendim, ben kızım için sadece bu ismin yazılmasını istiyorum. Biz anne-baba olarak bu ismi uygun gördük. Bu ismi kabul etmezseniz ben de onu nüfusa kaydettirmeyeceğim” dedim ve çıktım.
Bir hafta sonra tekrar geldim, yine aynı adam vardı ve aynı şeyleri bana tekrarladı. Ben de “Müdürünüz nerede oturuyor, onun yanına gideyim” dedim. Yerini bana gösterdiler. Müdürün yanına vardım, durumu izah ettim; kendisi telefonla memurla görüştü. Sonra bana dönerek, “Hocam kızınız için tercih ettiğiniz bu isim ne yazık ki Türk ismi değildir. Bakınız bende bir genelge vardır, Türk ismi olmayan isimlerinin kaydedilmemesini söylüyor. Kusura bakmayın elimizden bir şey gelmiyor” dedi.
Bu arada Müdürün yanında oturan bir adam, konuşulanlara kulak misafiri olmuştu; “Bu nasıl bir isim dedi?” Ben de “Nurefşan” dedim. Adam, “Ya müdür bey Nurefşan kesin bir Türk ismidir. Tarık Buğra’nın romanından uyarlanan ve TV-1’de oynayan dizideki kızın adı Nurefşan değil mi? Hani Afyon’da savaşa katılan gazilere ekmek pişiren kız” dedi. Müdür beyin de hatırına geldi, “Evet ya, gerçekten de Nurefşan bir Türk ismidir, kusura bakmayın hocam” dedi ve memuru arayıp kaydetmesini söyledi. Böylece tv’de oynayan bir dizi sayesinde kızımızın ismi T.C. Nüfusuna kaydedilmiş oldu.
Üstad Bediüzzaman, “Bu numunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık” dediği gibi biz de bu hadiseye seyirci kalıp gülerek ağladık. Allah bir daha Müslümanlara o günleri yaşatmasın.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.