Eşi görülmemiş bir meydan okuma

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Dersleri-39: Eşi Görülmemiş Bir Meydan Okuma

Eğitim programımızın “Vahyin Hakikati ve Kur'an'ın Allah'tan Geldiğinin İspatı” isimli bölümünün ikinci dersini takdim ediyoruz. Sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için görsel destekli ders videosunu da yazının sonundaki adresten izlemenizi tavsiye ediyoruz.

Eşi Görülmemiş Bir Meydan Okuma (7. Şua - Ayet-ül Kübra Risalesi”nin 17.Mertebe - İzah Metni)

Hayal etmeye çalışın: Milattan sonra altıyüzlü yılların başı.. Arap yarımadası.. Okuma yazma bilenlerin sayısının çok az olduğu bir yer.. Tam da bu nedenle tarihî olaylara ait birikimin ve gelecek nesillere aktarılacak övünç vasıtası olan hadiselerin ve güzel ahlaka yardım eden atasözlerinin sözlü olarak korunmasında şiirin çok önemli olduğu ve zirveye çıktığı bir zaman.. Bir sözleriyle savaşların başlatılıp bitirildiği ve bir kabilenin en mühim iftihar kaynağı olan şairlerin el üstünde tutulduğu ve millî bir kahraman gibi görüldüğü bir mekân.. İslamiyetten sonra dünyanın dört bir yanına yayılan İslam devletini idare edecek kadar zeki olan, şiir ve hitabette ise en yüksek derecede bulunan bir millet..

İşte böyle bir zamana, şiir yarışmalarının yapıldığı panayırların en önemlisi ve her türden insanın şiir dinlemeye koştuğu Ukaz Panayırı’na gidiyoruz.. Bu panayırda yarışan şiirlerin içinde dereceye giren ve keten bez üstünde altın yaldızla yazılıp Kâbe duvarına asılan yedi şiir gözümüze çarpıyor: Muallakat-ı Seb’a..

Böyle bir dönemde biri çıkıyor.. Şair olmayan, okuma yazması olmayan biri.. Peygamber olduğunu ve Allah’tan kendisine vahiy geldiğini söylüyor.. En büyük mucizesinin ve peygamberlik delilinin kendine bildirilen bu ilahî sözler olduğunu dava ediyor..

Şimdi bir kız evlad düşünün.. “Arapların en büyük şairi” diye övülen babası Lebid’in en üst sırada asılı olan şiirini, Kur’ân ayetlerini duyduktan sonra: “Ayetlere karşı bunların kıymeti kalmadı” diyerek Kâbe’nin duvarından indirmesini.. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat şiirlerinin de birer birer indirilmesini..  Hatta belagat ustası olan Lebid’in de o sırada Müslüman olmadığı halde Kur’an’ın belagatına hayranlığını gizlememesini ve ayetlerdeki ifadelerin belagatı en güzel şekilde gösterdiğini ifade etmesini.. Daha sonradan Kur’an-ı Kerim’in ancak bir Peygamberin lisanından duyulabileceğini söyleyerek ve ilahî vahyi tasdik ederek Müslüman olmasını gözünüzün önüne getirin..

Bir de Hazret-i Ömer’in halifelik yıllarına gidip Lebid bin Rebia’ya bir haberci gönderdiğini ve neden şiir yazmadığını sorduğunu hayal edin ve gelen cevabı dinleyin: “Şu anda önümde Bakara Suresi var. Yazdıklarımın paçavra kadar değeri olmadığı aşikâr. Halifemize ‘Lebid oyuncakları bırakmış’ deyin, o anlar.” Sadece onun değil, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı ağıtla Arapları gözyaşına boğan hanım şair Hansa’nın da duyduğu ilk ayet karşısında tutulup kaldığını ve hemen o gün, o saat şiiri bıraktığını ve müsvettelerini yırtıp attığını öğrendiğinizde ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? İnsafla hükmedecek vicdanınızı dinleyin.

Peki ya kendisini kabul etmeyen herkesi mücadele meydanına davet eden Kur’ân’ın: “Bir tek küçük surenin bile olsa ya benzerini getiriniz, ya da canlarınız, mallarınız ve şerefiniz hem dünyada hem âhirette tehlikededir ve ayaklar altında kalacaktır!” şeklindeki meydan okumasına karşılık kimsenin ciddî anlamda karşılık vermeye cesaret edememesi hakkında ne düşünmemiz gereklidir? Risale-i Nur’da 25.Söz’de 1.Şule’nin 1.Şua’sında ve 19.Mektub’un 18.İşaretinde tafsilatlı olarak anlatıldığı gibi, biz de bu meselenin detaylı tahlilini yapalım.

Sözle mücadele ederek galip gelmek yolunu terk ederek savaşı tercih edenlerin, birinci kapının kapalı olduğunu kesin olarak görmüş olduklarından bu mecburî yola girmiş bulunduklarına hükmetmek, en akılcı çıkarım olarak karşımızda duruyor. Bunun detaylarına girmeden önce şu tabloyu da lütfen gözümüzde canlandırmaya çalışalım: Nasıl ki Hz.İsa zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, mucizelerinin çoğu bu alanda geldi. (Hastalara şifa vermek, ölüleri diriltmek gibi) Hz. Musa’nın zamanında da sihir yapmak popüler bir nesne olduğundan, o dönemdeki mucizeler bu noktadan geldi. Hz.Muhammed (A.S.M.) zamanında da dört şey çok gündemdeydi ve insanlar en fazla bu konulardan etkileniyorlardı, merakları bu yöne çevrilmişti:

1-Etkileyici, akıcı ve mükemmel söz söyleme sanatı, yani belagat.

2-Şiir ve hitabet.

3-Kâhinlik ve bilinmeyen şeylerden, gaybdan haber vermek.

4-Geçmişe dair tarihî olayları ve kâinatla ilgili olayları bilmek.

İşte Kur’ân, davasını herkese ilan ederken, tam da indirildiği dönemin bu popüler nesneleri noktasından yaklaşarak, özellikle bu dört maddede hâkimiyeti olan ve sözü geçenlere çok cüretkâr bir şekilde meydan okudu ve dedi ki: “Eğer kulumuz Muhammed’e (A.S.M.) indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin.[1] Birinci ve ikinci tabaka muhataplarına nasıl galip geldiğini ve onları hayrete sevk ettiğinden bahsetmiştik. Üçüncü tabaka olan kâhin ve sihirbazları da şöyle susturdu: Gaybî haberleri aldıkları cinlerin böyle haberler verebilmesi (Allah’ın emri ile Kur’ân’da bildirildiği üzere) melekler tarafından kesin olarak engellendi. O tarihten sonra kâhinlik işleriyle ilgilenenler bu haberin gerçekliğine bizzat şahit oldular. Kur’ân, dördüncü tabaka ile ilgili olarak da geçmiş milletlere ait gerçek tarihî bilgileri vererek, tartışmalı ve ihtilaflı olan noktaları da düzelterek doğrusunu bildirdi ve kâinat hakikatlerine dair en parlak, en manalı hikmet derslerini insanlara talim etti. Dünyayı manen aydınlattı. (Bunun küçük bir numunesini daha ilerideki satırlarda “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” ayetinin ifade ettiği mananın izahında göreceksiniz.)

Kur’ân tüm bu muazzam işleri şaşırtıcı bir ustalıkla gerçekleştirirken bu dört tabaka insan ne yapıyordu sizce? Hayret ve şaşkınlıkla ve büyük bir hürmetle Kur’ân’ı dinlemekle meşguldüler. Onlardan hiçbirinin, hiçbir zaman mücadele meydanına atılıp Kur’ân’ın benzerini yapmak iddiasıyla bir rekabeti ve ona karşı durma teşebbüsü, söz konusu bile olmadı. Çünkü böyle bir şey imkân dâhilinde değildi. Tam da bu noktada denilebilir ki: “Bunun böyle olduğunu nereden bileceğiz? Hem kimse kendine güvenemedi mi ve meydana çıkamadı mı?”

Biz de bu durumda şu mantık silsilesini sizlere takdim ederiz: Eğer Kur’ân’a karşı durmak ve onun bir benzerini meydana getirmek mümkün bir şey olsaydı, elbette teşebbüs edilecekti. Çünkü bunun için şiddetli bir ihtiyaç ve kuvvetli bir sebep vardı. Öncelikle Kur’ân muhataplarının hem gururlarını kırdı ve onların akıllarını küçük gördü. Diğer taraftan iman etmezlerse veya Kur’ân’ın küçük bir suresine dahi karşılık veremezlerse, hem âhirette cehennem azabına hazır olmaları gerektiğini söyleyerek tehdit etti, hem bu dünyada dahi canlarının ve mallarının tehlikede olduğunu haber verdi. Kur’ân’ın daveti çok açık ve cüretkârdı: “Ya bu Kur’ân’ın bir benzerini getiriniz veya savaşa hazır olunuz!”

Risale-i Nur’un Mektubât’ından[2] şu çarpıcı metni aynen buraya almak istiyoruz: “Kur'an-ı Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki: Şu Kur'anın, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini[3] yapınız ve gösteriniz. Haydi bunu yapamıyorsunuz; o zât ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtib olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın, bütün âlimleriniz, beligleriniz toplansın, birbirine yardım etsin.. hattâ güvendiğiniz âliheleriniz[4] size yardım etsin. Haydi bununla da yapamayacaksınız; eskiden yazılmış belig eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur'anın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur'anın mecmuuna olmasın da, yalnız on suresinin nazirini getiriniz. Haydi on suresine mukabil hakikî doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkib ediniz[5]. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; bir tek suresinin nazirini getiriniz. Haydi sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun nazirini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz[6]; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir!’ İşte sekiz tabakada, ilzam[7] suretinde, Kur'an-ı Hakîm yirmiüç senede değil, belki bin üçyüz senede bütün ins ü cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor.”

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Ders Videosu: (Eşi Görülmemiş Bir Meydan Okuma) https://youtu.be/ONnQmqCZf-4

Not: 4 Şubat 2017 Ct. 16.15 tarihinde sunulacak “Ebedî Hayatın Varlığının İspatı-4 / Dirilen Yeryüzü (10.Söz İzahı)” dersimizin detaylarına https://risaleinuregitimprogrami.com  adresinden ulaşabilirsiniz.

 

[1] Bakara Sûresi, 2:23.

[2] Risale-i Nur, Mektubat, 19.Mektub, 18.İşaret.

[3] Ümmiden nazirini: Okuma yazma bilmeyen birinden benzerini.

[4] Âliheleriniz: İlahlarınız.[4] Bakara Sûresi, 2:23.

[4] Risale-i Nur, Mektubat, 19.Mektub, 18.İşaret.

[4] Ümmiden nazirini: Okuma yazma bilmeyen birinden benzerini.

[4] Âliheleriniz: İlahlarınız.

[4] Terkib ediniz: Bir araya getiriniz, oluşturunuz.

[4] İyalleriniz: Bakmakla zorunlu olduğunuz kimseler (aileleriniz).

[4] İlzam: Susturma.

[5] Terkib ediniz: Bir araya getiriniz, oluşturunuz.

[6] İyalleriniz: Bakmakla zorunlu olduğunuz kimseler (aileleriniz).

[7] İlzam: Susturma.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.