Habibi Nacar YILMAZ
Fetih ve Ayasofya
Fethi yapana uzak olan bir anlayışa fethi anlatamayız. Fethi kavrayamayan bir kafaya da Ayasofya'yı anlatamayız. Neden? Kendisinin daha oyunda oynaşta olduğu bir yaşta, daha bıyığı terlememiş bir delikanlıya, bu fethi nasip eden kuvvetten uzaktır da onun için. Hazret-i Peygamberin (asm) sekiz asır sonra gerçekleşen bu müjdesini, bizim müstağrip aydınlarımız gibi Garp dünyası da hâlâ anlamamıştır ve kendisine rönesans kapılarını açan bu derin mânâyı kavramış da değildir.
Yine onlar, gemileri karadan yürüten dehâyı kavrayamadıkları gibi, bir Rum'la kadı huzuruna çıkabilecek derecede adâlete bağlı bir padişahı; Bizans'ın ikinci adamı Grandik Noteras'a "İstanbul'da Lâtin serpuşu görmektense, Müslüman sarığı görmek isterim" sözünü söyleten sırrı da anlayamazlar.
Millî Mücadelede elimizde doğru düzgün bir şey yokken, topyekûn bir millet olarak,
"Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var" diyerek kovduğumuz ehl-i sâlib zihniyetini, kendilerine "mutlak itaat isteyen bir âmir" olarak seçen zebunlar da bu fethi anlayamazlar.
Ayasofya'da Fetih Suresinin okunması üzerine Büyük Fethe işgal yakıştırması yapan, fetih kavramının zamanımıza göre tekrar yorumlanması gerekir diyen 'âmirinin mutlak itaatçisi' sanki bizden değil de ehl-i sâlibin asırlarca yaptıkları işgalleri fethin aynasında gören ve ikisini birbirine karıştıran sahibinin 'hınk deyicisi' durumundaydı. Fethi işgal ile karıştıranlara sormak lazım. Kendi harb esirlerine misafir muamelesi yapan bir anlayış, bir yeri işgal edip yıkar, yakar mı?
Davaya geç bakması sebebi ile ihtilaf mevzusu olan bir hayvanın ölmesi üzerine husule gelen zararı, bizzat ödeyen kadı'ların olduğu bir ülke, misafirine zulmeder mi?
Satın aldığı tarlada çıkan bir küp dolusu altını, benim hakkım değil diyerek satın aldığı eski sahibine vermek isteyen bir köylü, haksızca başkasının hakkını yer mi?
Bir müezzinin, caminin avlusunda taşkınlık yapan bir Hıristiyan çocuğa dokundu diye sürgün edildiği bir ülkeden daha emin bir yer, bir ülke olabilir mi?
Askerleri ile geçtiği meyve bahçesinden, yedikleri her meyve karşılığında ağacın dallarına sikkeler asan bir padişahın torunları, başkasının malına el koyar mı?
Belki ki bir zamanlar Kuzey Kızılı'nın tasmalığını yapanlarla, Çin Maoizmine zağarlık komikliğini sürdürenler ve Batı saraylarından idare edilmeyi, kendi saraylarından idare edilmeye tercih edenler, fethi işgalle karıştırmışlar; fethi, kendi ağabalarının hâlâ süren zulüm, işkence ve sömürü aynasında seyretmişler, inşa ve ihyayı, adâlet ve şefkatle muameleyi işgal olarak anlamış ve talihsiz yorumlarda bulunmuşlardır. Ara sıra ayık çıktıkları ekranlarda, hakikati görmeyen, basîreti bağlanan yahut garazkâr birkaç karanlık ruhlu aydınla birlikte, şapla şekeri karıştırmışlar; zulme, adâlet; hıyanete, hamiyet; cihada, bağy (zulüm) esarete, hürriyet namları takarak kendilerince fethi eleştirmişlerdir.
Elbette ki fethi, bu maddecî kafa anlayamazdı. Çünkü tahtları, tacları deviren, tarihe şan ve şeref dolusu sayfalar hediye eden bu fetih; başkumandanından en küçük neferine kadar, yüksek bir mânevî terbiyeden geçmiş bir ordunun zaferiydi. Bunu, vazifesini hakkıyla yapan bir insanın huzuru içinde burçlara bayrağı dikerken, ruhunu teslim etmiş olan Ulubatlı'dan; Ayasofya'ya doğru ilerlerken, yaşlı olduğundan dolayı Molla Gürâni'yi padişah zannederek, ona çiçek sunmak isteyen Rum kızına "Gerçi padişah benim, ama o hocamdır, İstanbul'un mânevî fatihidir, benden ziyâde ona layıktır" diyen genç Fatih'in kendi sözünden de anlayabiliriz. Bu ruhu hissetmeyen fethi anlayabilir mi?
O ruhta, rindâne bir teslimiyetle işleri oluruna bırakmak da yoktur. Elbette Şark'ın, Garb'a açılan bu muazzam kapısında, dua kadar, kılıncın da hakkı vardı. Elbette hepsinden öte 'gaye ulviyeti' vardı. Bugün, hedef olarak ülkenin önüne konulan 2071 de buradan alınmış bir ilham olsa gerek. Zira İstanbul 28 defa muhâsara edilmiş fakat büyük fetih, ordusunu ve kendisini bu büyük gayeye göre hazırlayan insanlara nasip olmuştu.
Bir zamanlar, Selçuklulara karşı Bizans'ın dâveti ile gelen Haçlı ordusunun yağmalarına uğrayan Ayasofya, bu sefer Fatih'in hürmetkâr tavrı ile karşılaşmıştı. O kadar büyük hürmet ki hatıra olsun diye bir mozaik parçası almak isteyen bir yeniçeri bile genç padişahın hışmından hissesini almıştı.
Ayasofya'da okunan ezan sonrası kılınan ikindi namazıyla birlikte, bu mâbed başka maksat için kullanabileceklere, kullananlara beddualar eşliğinde cami olarak açılacaktı. Cami olarak açılan bu ulu mâbed maalesef 24 Kasım 1934'te müzeye çevrilmiştir. 1980'de kısa bir dönem birkısmı namaza açılmışsa da sonrasında yine bir bahane ile kapatılmıştı. Şimdi ise bir kısmı ibadete açılmış, ezan okunuyor ama mahzun hali devam etmektedir.
Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyetin güzelliklerini ona mal ederek, İslamiyet'in düşmanı olan tedenniyi de ona dost göstererek feleğin çarklarını tersine çeviren ve her şeye maddecî bir anlayışla bakan bir zihniyet, Fatih'in mîrasını onun, Müslüman torunlarından çalmış, gasp etmiş bir nevi işgal ederek, Bizans müzesi halinde bir 'utanç âbîdesi' olarak Sultanahmet Meydanı'nda teşhir eder olmuştur. Fakat onu şeklen 'Bizans müzesi' haline getirenler, söküp atamamışlardır. Çünkü Ayasofya bütün Müslümanların kalbinde muhteşem bir mühür olarak yerini korumaktadır. Bunun için, her an, her dakika Ayasofya hatırımızdadır. Onun bir an önce bütünüyle ibadete açılmasını bütün Müslümanlar istemektedir.
Yıllar önce Üstadı ziyarete gelen talebesine "Ayasofya Hristiyanlığın İslamiyet'e devir tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir" diyen Said Nursi de bunun müjdesini vermiştir.
Yine dindar demokratlar, hususen Menderes gibi zatların hatırı için bir iki gün siyasete bakan Üstad, "Nasıl ezan-ı Muhammediye'nin neşriyle demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya'yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kutsiyesine çevirmektir... ve Risale-i Nur'un resmen serbestiyetini dindar demokratlar İlân etmelidirler... O vakit alem-i İslam'ın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zâlimane kabahatı da onlara yüklenmez" îkazında bulunmuştur.
Dindar demokrat mânasını bîhakkın hak eden sayın Cumhurbaşkanımızın, bu hitaba dikkatle kulak vermesini istirham ederiz.
Hürriyet-i Şeriyye noktasında atılan cesaretli adımların hem Risale-i Nurların basılması hem de Ayasofya konusunda da sürdürülmesi kalbî temennimizdir.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.