Mustafa NUTKU
Futbol hastalığı
Pandemi salgını on aydır devam ediyor. Bununla ilgili çeşitli haberler, yorumlar, ikazlar yanında çeşitli sektörlerde maddî ve manevî yönlerden sebeb olduğu çeşitli zararlardan ve faydalardan bahsedenlere de rastlanıyor.
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) da, Süper Lig ile 1-2 ve 3. liglerin 2020-2021 sezonundaki futbol maçlarının ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceğine dair tarihlerle birlikte, pandemi salgını sebebiyle bu futbol maçlarının "seyircisiz" olarak yapılacağını da açıklamıştı ve o maçlar seyircisiz olarak yapılmaya devam ediyor. Acaba bir sezon boyunca seyircisiz futbol maçları yapılmasının manevî faydası olabilir mi, bunun hakkında ne denilebilir?
Bilhassa gençler ve hemen her yaştakiler için sporun, beden hareketlerinin faydası ve lüzumu inkar edilemez. Tatbik tarzına ait her türlü teferruatında İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak şartıyla, sporu ihmal etmemelidir. Hareketsizlikten, çeşitli hastalıklar meydana gelebilir. Kâinatta “daimi bir hareket kanunu” işlemektedir. Adalelerin çalışması, bazı vücut organlarının da daha iyi çalışmasına sebep olur; kan daha iyi devreder, akciğerlerin teneffüs kapasitesi artar, vücutta meydana gelen zehirlerin atılması kolaylaşır. Bedenî faaliyet, zihnî yorgunlukların giderilmesinde de müessir bir çâredir.
Sporun birçok nevileri olmakla beraber, herkes her nevi sporu yapamaz; sporun yaşla ve vücut kapasitesi ile yakın alâkası vardır. Fakat en çok “sistemli yürüyüş” tavsiye edilmektedir.
İnsanlarda spora karşı fazla alâkanın bulunması yadırganacak bir hal de değildir. Aksine, askerlik gibi bazı mesleklerde sporun büyük önemi vardır. Fakat “spor alâkası” görünüşü altında, sporun hakiki gayesi, mahiyeti ve faydalarından mahrumiyetle; ölçüsüzce, körü körüne bütün mevcudiyetiyle bazı sürükleniş meyillerini de hoş görmemek gerekir.
"Sporla meşgul oluyor musunuz?" sualine şu cevaplar vb çok verilmektedir:
"Evet, mühim futbol maçlarını hiç kaçırmam."
. . .
"Evet, her hafta mutlaka spor-toto veya spor-loto oynarım..." (Bütün şans oyunları İslâm’da haramdır)
. . .
"Mühim bir maç, olmadan önce ve olduktan sonra da, günlerce beni meşgul eder."
. . .
"Mühim bir maçı seyredebilmek için Türkiye'de veya dünyanın neresinde olursa olsun, bütün imkanlarımı kullanabilirim..."
. . .
“Benim için en alaka çekici konuşma mevzuu futboldur."
Yukarıdaki suale bunları ve benzeri cevapları verebilecek kişilerin halen ülkemizde çok sayıda bulunması, basın, medya vd bazılarının (şöhret, tiraj, bol reklam ve bol para vd gibi) kendilerine ait çeşitli menfaat hesaplarıyla bu alâkayı devamlı olarak pompalamaları, futbol hastalığının durumunu gerçekçi olarak tahlil etmeyi icap ettirmektedir.
Oyun heyecanı fazla bir spor olan futbola aşırı alâka gösterenlere "futbol hastası", maç günleri başka vilayetlerden bile gelip bilet alabilmek için bir gece öncesinden turnikeye girerek açık havada, soğukta sabahladıkları stadyumlara "hastane" denilmesi, oldukça yaygın ve eskidir. Fakat aşırı futbol meraklıları, kendilerine "futbol hastası" ve stadyumlara "hastane" denilmesine ekseriya kızgınlık göstermezler.
“Futbol hastalığı” tenkid ve münakaşa konusu yapılsa bunlar, bütün dünyanın futbol heyecanı ile sarsılmakta olduğunu, Güney Amerika memleketlerinden, İngiltere'den, İtalya'dan misâller getirerek anlatıp, sanki “asıl anormal hâl”in futbola hiç alâka göstermemek olduğunu îma eder gibi konuşurlar!. Salgın bir hastalık birçok dünya memleketlerinde yaygın halde olsa, bu hastalığı "sıhhat" ve bu hastalığa yakalanmamış olmayı "hastalık" diye mi kabul etmek icap eder?
Bu hâl, Şark’lı bir yazarın daha sonra bir Türk hikaye yazarı tarafından da kendi hikayesiyle tekrarlanmış “Herkesin içtiği su” başlıklı meşhur bir hikayesini hatırlatıyor: “Bir hükümdarın ülkesinde bir su çıkmış. Bu sudan içenler deli oluyorlar ve bu sudan içmeyenleri kendileri "deli" olarak vasıflandırıyorlarmış! Hükümdar ve veziri buna bir çare arayıp bulamazlarken, bu sudan içerek deli olanların sayısı da artmaya devam ediyormuş. Onların sayısı arttıkça, o sudan içmemiş diğerlerinin üzerlerinde yaptıkları maddî-manevî baskıları da artıyormuş. Bu duruma bir çare arayıp bulamayan hükümdarın veziri, nihayet ümitsizlik içerisinde hükümdara gelip bu sudan içip deli olanların kendisine de karşı davranışlarına daha fazla dayanamayacağını, kendisinin de bu sudan içip diğerleri gibi olmaktan başka çare bulamadığını söylemiş. Hükümdar, bütün gayretlerine rağmen, vezirini bu kararından vazgeçirememiş. Veziri de o sudan içip “deli” olduktan sonra ve o sudan içmeyen hükümdara veziri de “deli” nazarıyla bakmaya başlayınca, son olarak hükümdar kendisinin de o sudan içmekten başka çaresi kalmadığına kanaat getirmiş ve o da “herkesin içtiği su”dan içmiş.”
Bu Şark hikâyesi böyle bitiyor. Acaba tüm dünyayı sarmış olan futbol hastalığının hikâyesi ne zaman ve nasıl bitecektir?
Futbol hastalığının teşhisini ve tedavisini icap ettiren belirtisi; içi devamlı olarak teneffüs ettiğimiz atmosfer havasından biraz daha tazyikli hava ile doldurulmuş meşin bir topla oynayan futbolcuları ve hakemlerini aklıyla, kalbiyle, göz ve kulak gibi duyu organlarıyla, günahının da olabileceğini hiç düşünmeden sürüklenmek şeklinde kendini gösteriyor!
Futbol hastalığı insanların en kıymetli hazineleri olan vakitlerinin israfına, çeşitli ölçüsüz, taşkın ve günah sayılan işler yapmalarına, bazen de küfürleşmelerine, dövüşmelerine ve hattâ ölümle neticelenen olaylara, bizzat maça seyirci olarak giderek veya televizyondan futbol maçı seyredenlerde bunlardan hiçbiri olmasa bile, futbolcuların ve hakemlerin (uzatmasız maçlarda) en az 90 dakika müddetle İslâm’daki erkek tesettürüne aykırı şortlarla görüntülerine bakmanın günahlarına sebeb olmaktadır. Bir Anadolu şehrimizde, mahallî takımlarının başka bir şehirde yapacağı maça gitmek için otobüs kiralamak isteyen, fakat bunun için paraları olmayan bazı gençlerin gece tenha sokaklarda ellerinde zincirlerle yol kesip zorla para almaları ve benzeri, daha da kötü örnekler, futbol hastalığı ile ilgili hastalık belirtilerinin bazı misalleridir.
Fıkıh âlimleri, “en iyi beyin sporu” olmasının yanında, insanların bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti ve gayesiyle uyumlu olmayan bazı mahzurlarını dikkate alarak satranç oyununda aşırılığı bile hoş görmemişken, satranca göre çok eksik ve geri yönleri bulunan futbolun ve bununla alâkalı futbol hastalığının durumunun, dinî olarak da ciddî şekilde düşünülmesi ve yorumlanması icap etmektedir.
Bazıları,
"Daha kötü şeylerle uğraşmaktansa bırakalım; insanımız futbolla uğraşsın" demekte ve bu sözleriyle kişileri futbol hastalığı aleyhinde konuşturmamaya çalışmaktadırlar. Onların bu hali, İspanya'yı 50 yıl diktatörlükle idare etmiş olan General Franko ile alâkalı bir nakli hatırlatmaktadır.
General Franko'ya 50 yıl koskoca İspanya'yı diktatörlükle nasıl idare ettiğini sormuşlar:
"Büyük arenalarda (boğa güreşlerinin yapıldığı yerlerde) ve büyük futbol sahalarında insanları uyutarak"(!) cevabını vermiş.
Aynı mevzuyla alâkalı olarak söylenebilecek başka şeyler de olabilir.
"Daha kötü işlerle uğraşmaktansa" yanlış hoşgörü cümleciğine karşı, boş bir kabın doldurulması ile alâkalı şu duruma dikkat çekilebilir:
Boş bir kabı, "Daha kötü bir şeyle doldurmaktansa" yanlış hoşgörüsüyle herhangi bir şeyle doldurursak, o boş kap “dolu” duruma geleceği için, onu daha sonra “iyi” bir şeyle dolduramayız. Bunu yapabilmek için, daha önce doldurulmuş olanın bir kısmını veya tamamını boşaltmamız icap eder. İnsanın ruhî, aklî, hissî alâkalarının mazharı bir “kab”ın var olduğu farz edilirse “o kab daha kötüsü ile dolmasın” diye “futbol hastalığı”yla doldurulursa, onun daha iyisiyle doldurulmasını kısmen veya tamamen engellemiş oluruz!
Ancak önceden doldurmuş olduğumuzu kısmen veya tamamen boşaltmak suretiyle, o “kab”a daha iyi bir şeyi doldurmamız mümkün olabilir. Bu ise pratikte hem zordur, hem de önceden doldurmuş olduğumuzu tamamen boşaltmadıkça, yeni doldurmuş olduğumuzla karışınca belki; “müşevveşiyet” (karmakarışık bir vaziyet) husule gelecektir. Nitekim, asrımızın insanlarında bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerine çok rastlanmaktadır.
Bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerinden birini, tanıdığım yüksek dereceli ve beş vakit namazını kılan fakat “futbol hastası” bir memurun, futbol maçlarına namaz seccadesi ile gitmesinde, maça gelmiş seyircilerin tezahüratı esnasında namazını da aksatmamaya çalışmasında; fakat futbol sahasındaki, İslâmî tesettüre uymayan kısa şortlu futbolcu ve hakemlere en az 90 dakika bakmanın günahını yüklendiğini düşünmemesinde görmüştüm.
“Futbol hastaları” manevî değerlere de sahip olsalar, o hastalıklarının derecesine göre bu müşevveşiyet ile, zihinleri bazı futbolcular ve futbol maçları üzerinde yapılan fuzulî yorumlar ve değerlendirmelerle meşgul olur; boş zamanlarında ve bulabildiği bazı fırsatlarda İslâm’ın âyetlerle ve hadislerle yasakladığı “mâ-lâ-ya’nî” (mânasız, faydasız, boş şey) günahı sayılacak hâller ve sözlerle de günahlara girerler.
Böyle yanlış hâller ve sözleriyle de, “futbol hastaları” –belki aslında öyle olmasa bile- kendilerini bu dünyaya sanki futbol oynamaya, futbol seyretmeye, futbol üzerinde konuşmaya, futbol münakaşası yapmaya ve hattâ bazıları daha da ötesinde “spor toto”, “spor loto” gibi şansa dayandığı için haram olan kumarları oynamak için gelmiş zanneder gibi davranırlar.
Bu mevzudaki manevi tehlikelere bir misâl de vermiş olmak için, Türkiye'de yıllarca "Gol Kralı" unvanını muhafaza etmiş, “futbol hastası” binlerce hayranını kendisine gıpta ettirmiş, küçük çocuklara büyüdükleri zaman onun gibi olmak özentisini vermiş meşhur bir futbolcuyla yapılmış ve basında yer almış eski bir röportajdan da bahsetmek istiyorum.
Röportajı yapan gazetecinin muhtelif soruları arasında,
"Hayat görüşünüz nedir?" sorusuna, o meşhur "Gol Kralı":
"Hayat hoş ve boştur, gerisi loştur; al dizginleri koştur da koştur!.." (!) cevabını vermiş...
Meşhur ve muteber bir sözdür:
"Hayat görüşünün ne olduğunu söyle; senin kim olduğunu söyleyeyim."
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve gayesini şuurlu olarak anlamış her mü'min, bu "hayat görüşü (!)"nün yanlışlığına çok kolaylıkla hükmedebilir. Onun bu çok yanlış sözlerine tepki göstermeyen insanların bu sözlerle ilgili manevî tehlikeleri ve zararları anlayabilmeleri için ise, önce hakikî ve şuurlu bir mü'min olmaları icab eder. Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine gerektiği gibi iman etmemiş, insan olarak bu dünyada bulunuşunun hikmetini ve gayesini tam idrak edememiş bir “futbol hastası” ise, aklı bazı meşhur futbolcuların hayat hikayeleriyle, şimdiye kadar oynadıkları takımlarla ve attıkları gollerle geveze, ruhu da bunlar gibi faydasız şeylerle sersem olmuş bir halde ve hakikat gözü de bu sebeple kısmen kapanmışken, kendisinin en büyük alâka mevzuuna yapılan haklı tenkitleri kabul edemez ve onlara karşı haksız tepkiler gösterir.
Futbol hastalığı, “manevî bir hastalık”tır, bütün dünya memleketlerinde salgın halinde oluşu, bunun aksine delil gösterilemez. Zira bir insan için normalliğin hakikî ölçüsü, “moda olan cereyanlara veya salgın manevî hastalıklara kapılmış olmak” değildir. Bütün kâinatı ve bu büyük kâinat içinde küçük bir kâinat olan insanı yaratan Allah, yarattıkları için ölçüler, kanunlar, nizamlar da koymuştur. Aklıyla muhayyer (seçmeli) olarak dünya imtihanına gönderilen insanlar, cüz'î iradelerini Allah'ın kendileri için koyduğu ölçülere, kanunlara ve nizamlara ne derecede uygun olarak kullanırlarsa, o derecede “hakikî bir insan” olmak vasfına ulaşabilirler.
Zamanımızda, kıyafetlerde ve ideolojilerdeki “yeni moda olanı taklid etmek” temayülü, futbol hastalığı mevzuunda da mevcuttur ve hakikî insanlık şahsiyetini bir ucundan da bu taklitçilik kemirmektedir.
Hayata "boştur (!)" diyerek iftira eden, dolayısıyla Kâinatın Yaratıcısını mânasız, abes ve maksatsız iş yapmakla (Hâşâ) itham edenlere, "İyi top sürüyor" veya "Çok gol atıyor" diye muhabbet etmenin tehlikesi açıktır. Maalesef bu tehlikeye gereği ve yeteri kadar dikkat çekilmiyor.
“Gerçek değerler sistemini” bulabilmenin ve muhafaza edebilmenin daha zor olduğu bu âhirzamanda, çocukluğundan itibaren yavaş yavaş futbol hastalığının pençesine düşen bazı nesillerimizi, “masum bir spor alâkasının çemberine girenler” olarak mı göreceğiz? Onların, ruhlarıyla, akıllarıyla, bedenleriyle, zamanlarıyla aşırı şekilde top peşinde koşmalarının, tahlili icab eden bazı psikiyatrik yönleri de yok mudur?
Belli şekildeki ve büyüklükteki, içi etrafımızda çok bol ve her an teneffüs ettiğimiz havanın biraz daha yüksek tazyikli hali ile dolu meşin bir topun peşinden -çocukluk çağlarını çok geride bırakmış olmalarına rağmen- bazı insanlarımızın bütün mevcudiyetleriyle koşmaları, bu şekilde vakit geçirmeye, oyalanmaya, iç sıkıntılarından kurtulmaya, teselli bulmaya, deşarj olmaya çalışmaları, kendilerinin de teşhis edemedikleri, fakat teşhisi icap eden marazî bir ruh halini aksettirmiyor mu?
Bir zamanlar, imanla küfür arasındakilere onlardan farklı “üçüncü bir ekol” mânasında "ne sağcı, ne solcu; futbolcu" denilmesi çok yaygındı. Şimdi böyle denilmiyor; çünkü futbol alâkası bu mevzuda, yukarıda da bahsedilen yazılı basın ve diğer medyanın pompalama gayretlerinin neticesinde, imanla karışıp yukarıda da kısaca bahsedilen “müşevveşiyet” halini meydana getirmiş durumda! Bu mevzuda kendisinin hiçbir şikâyeti, endişesi olmayanlar ve bu halde yaşamakta mahzur görmeyenler de mevcut olabilir; fakat bu mevzuda şikâyeti, endişesi ve hassasiyeti olanlara, bilhassa çocuklarının küçük yaşlarından itibaren terbiyeleri esnasında, yukarıda bahsedilen “boş kabın doldurulması” misâlini dikkate almalarını tavsiye etmek yerinde olacaktır.
Çocuklarının midelerini, küçük yaşlarından itibaren besleyici çeşitli gıdalarla doldurmaya ve onların maddî bünyelerinin gelişmesine hizmete çalışmakla kalmayarak, onların akıllarının, hislerinin ihtiyaçları olan “en iyi manevî gıdaların da zamanında verilmesi” ihmal edilmemelidir. Onların ileri yaşlarında “futbol hastalığı” ile manevî tehlikelere ve zararlara girebilmesine karşı koruyucu bir aşılama böyle yapılabilir. Anneler ve babalar, çocuklarının manevî açlıklarının da doyurulması için onların akıllarını Mârifetullah, kalblerini Muhabbetullah ile beslemeye ve onlara tahkikî imanın neşesini tattırmaya çalışılmalıdır.
O zaman, çocuklarının futbola "bir spor nev'i" olmaktan çok daha fazla değer vererek ondan çok daha mühim olan alâka mevzularına ise kayıtsızlık ve hattâ bazen de inkâr halleri göstermelerinin, çocukluk çağlarından itibaren önlenmesi de belki mümkün olabilir. Böyle bir terbiyeyi alan çocukları sadece “zararsız bir oyun ihtiyacı ve gerçek spor maksadı” ile futbol oynarlar; ömürleri boyunca müzmin "futbol hastaları" olmayabilirler.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.