Gençler, Bediüzzaman'ın milliyetçilik anlayışını konuştu
DKM üniversite seminerini bu hafta, “Milliyet” konusu işlendi
Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER – Diyarbakır Kültür Merkezi Üniversite Seminerlerinde bu hafta, “Milliyet” konusu Ali Karaca tarafından sunuldu. “Irkçılık Şeytanî Bir Tuzaktan İbarettir”, “Bediüzzaman’ın Milliyetçilik Anlayışı”, “İslam Kardeşliği” başlıkları altında incelenen Milliyet konusunda seminerin içeriğinden öne çıkan notlar ise şöyle:
Millet kavramı Arapçada şeriat ve din anlamına gelir. Kur’an ve sünnetteki kullanımı da aynı bu anlamdadır. Şemsettin Sâmî’nin Kâmûs-ı Türkî adlı meşhur sözlüğünde ise millet kelimesi şöyle tarif edilir: din, mezhep, milleti İbrahim, bir din ve mezhepte bulunan cemaat, millet-i İslâm manaların da kullanılır.
Nitekim Osmanlı döneminden itibaren yakın tarihe kadar çocuklara “Halil İbrahim (a. s. ) milletinden Muhammed (a.s.m) ümmetinden oldukları öğretilirdi” bu kavram Kur’anî bir ifadedir ve İbrahim Aleyhisselam’a indirilen din için kullanılmaltadır. Osmanlı devletinde fethedilen ülkelerde yaşayan gayri müslim topluluklara yani cemaatlere etnik menşeleri, dilleri ile değil dinleri ve mezhepleriyle millet olarak tanımlanırlardı.
Fransız İhtiâli’nden sonra her şey hızla değişmeye başladı ve Avrupa da ırk esasına dayalı ulus devlet anlayışı yaygınlaştı. Bu hastalık Osmanlı hakimiyetindeki azınlıklara da sirayet etti. Her biri Osmanlı devletinden ayrılarak kendi ulus devletlerini kurdular. Buna paralel olarak kelimelerin anlamı da değişmeye başladı. Daha önce Katolik, Ortodokslar ve Protestanlar ayrı bir millet sayılırken, ulus devlet anlayışı hâkim olduktan sonra Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar ayrı bir millet sayılmaya başladı. Böylece millet kavramına din odaklı anlamın yanı sıra millet ırk ve kavim odaklı anlamda aktarılmış oldu.
Bu dünyada böyle olduğu gibi yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de böyledir. Nitekim laiklik düşüncesi çerçevesinde dinle ilgili hususlara düşmanca yaklaşımdan dolayı millet kavramı ırk, kavim hatta bazı kesimler için tamamen bir ırkın üstünlüğüne dayalı düşünceden ibaret oldu.
Irkçılık Şeytani Bir Tuzaktan İbarettir.
Milliyetçilik, toplumda milli kültürü güçlendirmek ve hâkim kılmak, mensup olunan millete ait, bilhassa manevi değerlerin yüceltilmesini gaye bilmek, milli amaç ve emellerle geleneklere ve inanç sistemine taraftar olmaktır.
Irkçılık ise milliyetçilikten farklı olarak kendi toplumunu sevmenin yanında, farklı toplumlara karşı nefreti de barındıran bir düşünce biçimidir. Hatta bu düşünce biçimi öyle bir hal alır ki diğer toplumlara potansiyel düşman gözü ile bakılır. Milletini rengini üstün görme diğerlerini ise yadırgama hastalığıdır. Ve bu hastalık insanlık tarihi kadar eskidir.
Irkçılığın ortaya çıkışı, iblisin kendisini ve ateşten yaratılmış olmasını üstün görmesi ve Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmeyi reddederek Allah ‘a karşı gelmesi ile başlamıştır. Nitekim iblis’in kötülükleri Allah’ın kullarına güzel gösterme anlamındaki mücadele kıyamete kadar sürecektir. Onun için cahiliye dönemi adetlerinden milliyetçilik gibi sosyal ve bireysel hastalıkların varlığını devam ettirmesi, şeytanın görevi başında olduğunun bir göstergesidir.
Bediüzzaman ırkçılığın cahiliye dönemine ait olduğunu İslamiyet’in ırkçılığı ve kabileciliği kaldırdığını ırkçılığın büyük bir tehlike olduğunu belirtir.
a- Emevi Devleti’nin Arap milliyetçiliğini esas tutmaları ve Arap kavmine ehemmiyet verip diğerlerini köle veya ikinci sınıf olarak görmeleri neticesinde, hem İslam âleminde bulunan diğer milletleri küstürdüler, hem kendileri çok felaketler gördüler, hem de İslam âleminin ilk zamanlardaki gelişme ve genişlemesinin durmasına neden oldular.
b- Avrupa devletlerinin asırlarca ve özellikle 20. yüzyılın başlarında, milliyetçilik fikrini esas tutmalarıyla, iki dünya savaşı meydana gelmiş ve bunun sonucunda milyonlarca insanın kanının akmasına yol açmışlar. Fakat onlar "Avrupa Birliği" vesilesiyle bu gibi hastalıklardan kurtarmaya ve kendilerini tek millet veya topluluk olarak görmeye çalışıyorlar.
c- Osmanlı devletinin de sonunu getiren hadiselerin başında, yine milliyetçilik akımları vardır. Zira, Yunanlar, Arnavutlar, Bulgarlar, millet-i sadıka olan Ermeniler ve Araplar gibi bir çok millet her taraftan bağımsızlık faaliyetlerine ve iç karışıklığa başlayınca, dünyanın adalet dengesi olan o koca devi bir anda yıkıverdiler.
Ve buna binaen şöyle diyebiliriz
- Bu his toplumun önemli dinamiklerinden olan “adalet” anlayışını zedeler. Çünkü bu duyguya sahip insanın özelliği haklı ya da haksız yandaşını kayırmaktır. Nitekim böyle birisinden adalet ya da insaf beklemek hayalden öteye gitmez.
- Bu his sosyal bağları koparır; çünkü kin haset ve düşmanlık bu ortamın dikkat çeken virüsleridir.
- Bu duygunun egemen olduğu ortamlarda fesat, kibir, enaniyet, vahşet ve zulüm söz sahibidir.
Örneğin ikinci dünya savaşının patlak vermesi ve milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan Hitler Almanya’ sının üstün ırk anlayışı. Sonra Musolini’nin binlerce insanı imha etmesi ve Avrupa ve Amerika da siyahilerin maruz kaldığı ayrımcılık ve zulümler bu anlayışın en büyük sonuçları diyebiliriz.
Irkçılığı büyük bir tehlike olarak gören Bediüzzaman “biz sizi kabile kabile yarattık” ve “biz her şeyi levh- Mahfuzda tek tek yazdık” ayetlerine binaen yeryüzünde göçler ve değişikliklerden, ırkların bir biri ile karışmış olmalarından dolayı kimin hangi ırktan olduğu ancak levh-mahfuz açılsa bilinebileceğini bildiriyor. Dolayısıyla ırkçılık hangi ırk için yapıldığı belli olmayacak kadar yersiz ve gereksizdir.
Ayrıca unutulmaması ve akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da şudur: ruhun ırkı olmadığı gibi, ruhun binası olan ve elementlerden meydana gelen cesedin de ırkı olamaz. Irk ve millet kavramı, tamamen soyut ve belirli bir hikmet için, Allah(c. c) tarafından insanlara verilen bir duygudur. Bu ilahi hikmet, insanlar tarafından abes bir şekilde kullanılmaktadır. Ayrıca ırkçılık ve menfi milliyetçilik alanında ilk adımı atan şeytanın kendisidir. Çünkü o, Allah'ın (c. c) "Âdem’e secde edin" emrine karşı, "Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise topraktan yarattın" diyerek ırkının ve nev’inin üstünlüğünü ilan etti. Halbuki üstünlük takvadadır. Şeytan ise üstünlüğü ırkında aradı ve kaybedenlerden oldu. Demek ırkçılık davası güdenler, şeytanın yolundan giden zavallılardır.
Bediüzzaman’ın Milliyetçilik Anlayışı
Bediüzzaman, Eski Said dönemlerinde milliyet kavramını milletimiz ancak İslamiyet’tir anlayışında; herhangi bir ırk, kavim, unsur vs. ayrımı yapmadan din birliği esasına dayandırır.
Yeni Said döneminde ise, yeni bir dünya düzeni kurulmuş. Bu düzende devletlerin sınırları inanç birliği anlayışından çıkıp, ırk birliği anlayışı çerçevesince çizilmiş. Yeni kurulan Türkiye cumhuriyetinde ise temel ideoloji Türkcülük olduğu için üstadın milliyetçilik kavramında biraz farklılık ve ayrıntılar görülür. Menfi ve müsbet diye ikiye ayırır
“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri bunu islamlar içinde menfi bir surette uyandırıyor, ta ki parçalayıp yutsunlar”
“…hem fikri milliyette bir zevk-i nefsani var gafletkerane bir lezzet var, şaametli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayatı içtimaiye ile meşgul olanlara fikri milliyeti bırakınız denilmez. Fakat fikri milliyet iki kısımdır; bir kısmı menfidir şeametlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavete devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhasemet ve keşmekeşe sebeptir…
Diğeri ise müsbet milliyet, hayatı içtimaiyenin ihtiyaç-ı dahilisinden ileri geliyor. Teavüne, tesanüte sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, İslam kardeşliğini daha ziyade teyit edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kale olmalı, zırh olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslamiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için uhuvveti milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onun yerine ikame etmemeli, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.”
Eserlerinde sık sık milleti İslam kavramını kullanan Bediüzzaman hazretlerinin milliyet anlayışı kısaca “İslam milliyeti” ya da ümmetçilik olduğunu söyleye biliriz.
Üstat Bediüzzaman hakiki müsbet kudsi ve umumi milleti, millet-i İslam olarak tanımlar. Milliyetçiliğin ancak İslam açısından bakıldığında doğru ve anlamlı olabileceğini bizlere bildirir.
Mesela, vücut azalarının farklılığı, ruha yardım içindir. Azalar farklı olsa da ruhun birliği, onlara bir birlik verir. Hepsi bir gaye uğrunda ve ruhun kontrolünde çalışır. Şayet organlar, ruhun birliğine rağmen sadece azaların farklılığını dikkate alıp birbirleriyle çatışmaya girselerdi, ortada ne aza kalırdı ne de ruh. Aynen bunun gibi, İslam milleti içinde bulunan kavimlerin de birer aza gibi ruhları olan İslamiyet'e kuvvet vermeleri gerekir. Bediüzzaman Said Nursi "Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslamiyet aklı Kur’an ve imandır." vecizesiyle bu manayı dikkatimize sunmaktadır.
Ben milliyetimizi yalnızca İslamiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslamiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum. (Divan-ı Harb-i Örfi ) toplum ve devlet olarak maddi ve manevi yönden ilerleyebilmenin İslam milleti yaklaşımı ile olacağını şöyle ifade eder.
“bütün kuvvetimle derim ki: terakkimiz ancak milletimiz olan İslamiyet’in terakkisiyle ve hakaik- Şeriatın tecellisi iledir” (Divan-ı harb-i örfi )
Bediüzzaman hazretleri “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, ta birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayati içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yek diğerine karşı inkarla bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir”. Bu ayet-i kerimenin bizlere bildirmiş olduğu ayrılmanın farklılıktan veya birbirine rakib olmaktan değil birbirini tamamlamaları için olduğunu bizlere şöyle bildiriyor:
Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta o ordunun efratları, düsturu teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görünsün ve hayatı içtimaiyeleri a’danın hücumundan masum kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öylede heyeti içtimaiye-i İslamiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavaife inkısam edilmiş fakat bin bir, bir binler adedince cihet-i vahdetleri var.
Buna binaen ırkların kendi hasletlerinde taşıdıkları yüce hasletler İslam’ı yaşama ve anlamada teşvik edici bir heyecan görevi görmelidir.
Her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mabudunuz bir, Râzıkınız bir.. bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir.. bir bir, yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir.. ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın! (Mektubat 264)
İşte bu kadar bir, binler uhuvveti muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyor. Demek kabail ve tavaife inkısam ayetin ilan ettiği gibi, tearüf içindir, teavün içindir, tenakür için değildir, tehasüm için değildir.
İslam Kardeşliği
İslam kardeşliği: aynı anne babadan doğanlara veya ortak değerlere sahip olan kişilere kardeş denir. Kardeş dendiğinde akla genellikle aynı anne ve babadan dünyaya gelen kişiler gelmektedir. Arapçada ise “ah” olarak ifade edilen bu kavramın “ihve” ve “ihvan” suretinde çoğulu bulunmaktadır. Bunun dışında aynı dine veya dünya görüşüne mensup olmayı ifade eden akide kardeşliği söz konusudur.
İslam dininde kardeşlik, bütünü ile akide temeline dayanmaktadır. Ama şu husus göz önünden kaçmamalıdır ki kardeş kelimesinin karşılığı olan ah kelimesinin “ihve” ve “ihvan” şeklinde olduğunu belirtmiştik, “ihve” nesep kardeşliği için kullanılır. “İhvan” ise görüş ve din kardeşliği ya da yakın arkadaş ve dostlar için kullanılır. Amma Kitap’ımız Kur’an da “inneme’l mu’minune ihvetun”, “müminler ancak kardeştir.” Ayeti kerimede “ihve” kelimesi kullanılmış olması son derece dikkat çekicidir.
Ezelî ve ebedi hüküm sahibi Rabbimiz (c. c): "Ancak mü'minler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını ıslah edin." (Hucurat Sûresi, 10) buyurmakla, müminlerin hakiki kardeşleri, başka dinden olan kardeşleri veya akrabaları değildir. Aksine müminlerin gerçek kardeşleri, başka milletten olsa da, aynı dini ve inancı paylaşan iman sahipleridir. Nitekim Hud suresinde, Nuh (a.s) ile alakalı geçen şu ulvi hadise meselemize mükemmel delil hükmündedir.
Hz. Nuh (a. s) "Ya Rabbî! elbette boğulan oğlum da ailemdendi, öz evladımdı. (Halbuki ben onları gemiye alırken Sen bana kurtulacaklarını, müjdelemiştin). Senin vaadin elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin!" ( Hud suresi, 45 ) diye Tufan olayında onun da kurtulmasını istediğinde, İlâhî cevap şöyle gelir: "Ey Nuh O senin ailenden değil. Çünkü o, dürüst iş yapan, temiz bir insan değildi. " ( Hud suresi, 46 ) ve Hz. Nuh (a. s)'ın, oğlunu gemiye alması men edilir.
Demek ki; bir müminin inançsız ve isyankar bir akrabası varsa ve hatta bu kişi kendi oğlu dahi olsa onun ehli sayılmıyor. Öyle ise inanmayan ırkdaşı da onun hakiki dostu ve yakını olamaz. Bu gerçeği, çok net bir biçimde ortaya koyan başka bir ayet: "Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imana tercih etmişlerse, dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar, zalimlerin ta kendisidir. " (Tevbe suresi, 23)
Veda Hutbesinde Peygamber Efendimiz (a.s.m) bu konu ile alakalı şöyle ferman etmiştir: "Ey İnsanlar!.. Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem'in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. "
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.