Habibi Nacar YILMAZ
Allah'ı Görmemiz ve İbadetteki Devamımız Neye Bağlı?
Özellikle gençlerle muhatap olduğumuzda, bazen şikayet formatında bazen de meraktan sorulan suallerin içinde, "İbadetimden zevk alamıyorum ya da ibadetimi şevkle yapamıyorum, neden acaba?" suali öne çıkıyor. Münkerat yollarının çoğaldığı ve münkeratın insanı serbestçe ve kolayca sarabildiği böyle bir dönemde, bu tarz sualler, değil gençleri, hepimizi bazen meşgul etmiyor değil doğrusu. Etkilendiğimiz müspet veya menfi her şey, bizi tesiri altına alması nispetinde, bizde kabz ve bast hâlleri uç veriyor. Neredeyse her an değişiyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şahane ifadesiyle: "Maruz bir müşahitiz." Her şey bize etkiliyor ve değiştiriyor. Bunun neticesinde, bazen dağılıyoruz bazen de toparlanıyoruz. Her an yeni bir âlem kapımızı çalıyor. Kelime-i tevhidin sıkça tekrarı tavsiye-i Nebeviyesi, işte kapımızı çalan bu yeni âlemin nurlanması için zaten.
Daha önemli bir şikayet daha var. İbadetlerimizde devamlı olamıyoruz, neden? Yani ibadet ve takvamız ya kesik kesik oluyor, kesintisiz devam etmiyor veya tamamen bitiveriyor. Hatta denk geldiğimiz bazıları, otuz kırk sene namazdan sonra, her şeyi bıraktığını, daha da vahimi bazıları, küfre düştüğünü bile ifade ediyor. Niçin acaba? Çok değil, daha yakında bir abimizin inkârcılık bataklığından kurtulamayarak intihar eden biricik evladı eşliğinde, bunu düşünmek lazım.
Bu yazıyı yazma niyetimiz, Alak Suresinin özellikle 7. ve 9. Âyetleri ile birlikte 9.Söz'ü okuduğumuzda ortaya çıktı. Öncellikle 9.Söz, ibadeti ve ibadetin özeti olan namazı, insan gerçeği olan "acz, fakr ve kusur" ekseninde ele alıyor. Önce insana, kendi gerçeğini hatırlatıyor. Böylece onu, ibadetin özü olan tesbih ve tazime hazırlıyor. Evvelâ, insanın ibadete yani tesbih ve tazime yönelişine, oturduğu, yattığı yer ve rüyadan uyanıp ayağa kalkabilmesine engel olan veya bu kalkışını erteleten en önemli husus, kendini yeterli görmesidir. İbadete, tesbih ve tazime yönelmen için, önce kendini tanıyıp kendi gerçeğinle yüzleşmek şart. Alak Suresinin "İnsan, Rabbinden bağımsız şekilde kendini kendisine yeterli görünce" mealindeki 7.Âyeti bunu bize haber veriyor. Tuğyandan tut, önce tespih ve secdeyi ertelemek, sonra da kesik kesik yapmaya başlamak, bir müddet sonra da terk etmek, hep insanın kendini kendine yeterli görmesi sonucunda oluyor biliyor musunuz?
"Kendini yeterli görmek" insanı, bir başkasına, hepsinden önemli olarak da kendini var edip kâinatta "Nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedâr" makamına yükselten Rabbine yönelmesine de engel oluyor. Kendisinin kendisine, her an borç verildiğinden bile haberi olmuyor böyle insanın. Hâliyle kendisini kendisine her an borç verene karşı bir mahcubiyet hissetmiyor. Şu sahibi olduğu zannettiği şeylerin aslında kendi malı değil, sadece onların yanında bulunduğunun şuurunda değil. Onları birer emanet değil de kendi zâtî malı olduğunu zannediyor. Kendinden fırsat bulup da hâliyle kendi Rabbine bakamıyor, yönelemiyor. Göze ihtiyacı olması yönüyle fakir ama yapamama yönüyle de âciz olduğunu anlayamıyor.
Kendi cihazlarına ihtiyacı olma ve yapma yönüyle fakir ve âciz de sabahı getirmede kadir mi? Değil. Ya da toprağı ağaca döndürmede, ağaçtan yaprak ve meyve ihraç etmede söz sahibi mi? Bırak yaprağı, yaprağın bir molekülünü de icat edebilir mi? Hayır. Yani insan çok yönüyle eksik. Hem fakir, hem âciz hem de kusurlu. Yani yetmezlik içinde. Peki, kendi yetmezlik içinde de diğer mevcutlar ne içinde? Ne Güneş ve yıldızlar ne hayvan ve nebatlar kendine yetiyor? Sen de Güneşin çıkmasını, baharın gelmesini bekliyorsun, nebatlar da onları bekliyor. İkiniz de âcizsiniz. Onlar da yetmezlik içinde. Kendi yetmezliğini göremeyen insan, onların yetmezliğini de göremiyor. Onları da kendi gibi yeterli görünce de firavuniyeti daha da artıyor.
İşte bu âcizlik, fakirlik, kusurluluk hâli, insanın gerçeğini ifade ediyor. Ve bu hâl insanı, tespihe, hamde hazırlıyor. Tazim ve hürmete yöneltiyor. Bunların farkında oluyor yani. Kendi gerçeğiyle yüzleşemeyen insan da ibadete yönelemiyor, yönelse bile bu bazen geçici oluyor bazen de terke kadar gidiliyor.
Peki ibadetten zevk almak, ibadete karşı şevke gelmek de öyle mi? Bunlar da insanın kendisi ile yüzleşmesi ile mi ilgili? Bunun cevabı için biraz başa dönmemiz gerekiyor. Başlıkta ne sormuştuk? İki soru var başlıkta. Birincisi, Allah'ı görmek neye bağlı? İşte, işin aslı zaten Allah'ı görmekte düğümleniyor. İbadet de zaten O'nu görmeye yani Ulûhiyet ve Rububiyetini müşahedeye, O'nun senin için tayin ettiği hudut ve sınırlarda kalmaya, büyük bir hayret ve mahcubiyetle O'na yönelmeye diyoruz. Yani ibadete devam neticede Allah'ı görmeye bağlı. O'nu görmek de kendini görmeye, mahiyetini keşfetmeye bağlı. Kendini görmeyen, acz ve fakr ile yoğrulmuş mahiyetini anlamayan Allah'ı göremiyor, göremez.
Evet dostlar, O'nu gören, kendinin müşahit ve meşhut keyfiyetini keşfeden, Huzur-u İlâhiye çıkmak için heyecanla dolmuş şekilde bekler. Her an ve zamanını anlamlandırıp ibadete çeviren namaz vakitlerini en sevdiğini bekler gibi gözler. Onun bir vaktini kaçırmayı aklını kaçırmak ile eş değer görür. Hayret ve muhabbetini şükür ve tazimini ifade etme telaşını üzerinden eksik etmez. Bu keyfiyet yani ibadetini gerekçeleri ile kavramak da onu ibadette devamlı kılar.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.