Habibi Nacar YILMAZ
Cehennem Ateşini Karıştırmak
Zamanımızın bir kısmını geçirdiğimiz dükkânımızda bugün, üniversite yıllarında sınıf arkadaşımız Osman Ocak Hocamızı, bir çay içimlik bir sürede misafir ettik. Trabzon'da uzun süre Kur'an kursu hocalığı yapan Osman Hoca, emekli olduktan sonra çeşitli vakıflarda tefsir dersleri yapmakta ve yine ehl-i sünnetin mühim bir kalesi gibi durmaktadır.
Üniversite yıllarımızdaydı. Sınıfımız otuz sekiz kişiydi ve sağ cenahtan sınıfta sadece Osman Hoca, biz ve bir de Kadir diye bir arkadaşımız vardık. Saflar çok net olduğu, fikirlerin de çok sert tartışıldığı ortamda, bizim sert ve ikna edici ve susturucu çıkışlarımıza, Osman Hoca bizi bazen arkadan çekerek müdahale ederdi. Gerekçe olarak da: "Zaten burada biz üç kişiyiz. Bunlar bizi okutmazlar, üstelik dayak da yeriz." derdi. Biz ise, bütün baskılara rağmen, elimizde eksik olmayan kitaplarla, kabil-i hitap olanlarla tartışırdık.
Tartışıp konuştuklarımızı da biiznillah ikna ederdik. Hatta bunlardan "Cehennem ateşini karıştıran bir serseri şeytandan daha bedbaht" bir kısımları da vardı ki; konuşup ikna ettiklerimiz, bizimle temas kurmasın diye, özel metotlar uyguluyorlardı. Bunlara da şahit olmuştuk. Davalarına o kadar sadıktılar yani. Bizim gibi, küçük bahanelere bakmaz; birbiriyle el ele vermeyi ihmal etmezlerdi.
Yine bir cuma günü, bir arkadaş: "Habip, sen hep Allah'ı anlatıyorsun. Peki, Allah'ı bize göster o zaman!" demişti. İki kız sınıf arkadaşımız, bu suali soran kişiyi benden uzaklaştırmak ve onunla konuşmamıza engel olmak için, onun elini kolunu tutup "Habip seni zehirleyecek, lütfen onunla konuşma." diye ona yalvardıklarını ve çekiştirdiklerini hiç unutamam. Yarım saate yakın mücadeleden sonra, arkadaşı onların elinden kurtarıp yanımıza alıp konuşmuş ve ona Allah'ı nasıl görebileceğimizi anlatmaya çalışmıştık. Sonrasında ise, arkadaş: "Ben her cüzden beş sayfa ezberleyen ve hafızlık yapan birisiydim. Sonrasında ise, böyle bir inkâra düştüm." diye itirafta bulunmuş ve bize düştüğü bu çukurdan nasıl kurtulabileceğini sormuştu. Bizi dikkatle dinlemiş ve toparlanacağına da söz vermişti.
Osman Hocamızla eski bu tip hatıralarımızdan bir ikisini yaddan sonra, o da bu fakirin ne yaptığımızı, günümüzü nasıl geçirdiğimizi sordu. Liselere ve benzeri okullara, üniversite yurtlarına gitmeye, oralarda gençlerle buluşmaya çalıştığımızı anlattık. Gençlerle neler konuştuğumuzu bir iki cümle ile özetledik.
Osman Hoca şaşırdı. "Hocam, bu cümleleri nereden buluyorsun?" dedi. Risale-i Nur'dan, dedim. "Gençliğin hatta insanlığın bu mesajlara ihtiyacı var. Şimdi namazın nasıl kılınacağı değil; niçin kılınacağı anlatılmalı, Hocam." dedim. "Allah'a iman etmenin emirlerine uymanın gerekliliği, Kur'an'ın kevnî âyetlerinin hakikatlerinin hatırlatılması gerekir." diye de ilave ettim. Bir okulda bizi dinleyen ve anlatılanlardan ileri derecede etkilendiğini söyleyen bir öğretmen arkadaşımız, İmam-ı Gazali'yi okuduğunu ve bundan sonra bu hakikatlerin alındığını öğrendiği Said Nursi'yi de okuyacağını söylediğini anlattım. O öğretmen arkadaşa söylemiştim ve Osman hocaya da söyledim. On birinci asrın bir Gazalisi olur da bu asrın bir Gazalisi olmaz mı? Bu asır bu manaya daha muhtaç değil mi? Ama muhatap değiştiği gibi, hastalık da değiştiği için, önce asrın hastalığını teşhis gerekli. Teşhisi yapılan hastalığın dermanı daha kolay ve hızlıca olmaz mı? Bazen bir gün süren tahlil ve muayenenin ilacı, on dakikada yazılıyor. Bu, maddî hastalıklarda böyle olduğu gibi, manevide de böyle. Said Nursi'nin gönüllerde hızlıca yer bulması ve tesirli olmasının sırrı da burada yatıyor zaten.
Osman Hocamızın çocuklarından öğrencimiz olanları da vardı. Onlardan da haber sorduktan sonra, meal meselesini de kısaca sordum. "Meal gerekli ama tefsir okumadan sadece mealle yetinmek, bazen eksik kalıyor." dedi. Yani, meal gerekli tamam ama mealcilik yapmamak şartıyla, demek istiyordu.
Kur'an'ı mealinden ibaret zanneden, binlerce tefsirin ve Kur'an ehlinin üstünü çizip kendi anladığını veya hevasına uyup eksik ve yanlış anlayışını esas kabul eden bazılarına denk geliyorum. Hatta bunlardan suallerine muhatap olduklarımız, aylarca uğraştıklarımız bile var. Gerçekten bunların bazı zavallı hâllerine hayret etmemek mümkün değil. Bazıları da eski bazı sınıf arkadaşlarım gibi: "Cehennem ateşini karıştıran bir serseri şeytandan daha bedbaht" hâle gelmiş. Küfürlerinde ısrar edenlerin kalpleri ise, "küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız, haşerât-ı muzırra yuvasına inkilab ettikleri için (o kadar) mühürlemiş, kilitlenmiş ki" ne anlatırsan anlat kâr etmiyor. Hatta bunlardan biri, daha yakın zamanda, gözünün içine getirdiğimiz bir hakikati kabulden içtinap etmiş; hevasına yenik düşmüştü. Hâlâ da cehenneme yuvarlamaya devam ediyor.
Evet dostlar, faydasını nefsimizde ve çevremizde yüzlerce örnekleriyle tecrübe ettiğimiz Nurun hakikatleri daha derin ve daha layık ellerde açılmayı ve muhtaçlara ulaştırmayı bekliyor. Ne kadar farkındayız acaba?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.