Habibi Nacar YILMAZ
'Hangi Terziler Dikti, Fidan Boyunu?'
Denk geldiğimizde kulak verdiğimiz, bazen de istemeden dinlemek zorunda kaldığımız türküler olur. Özellikle tasavvuf büyüklerinden alınan deyişler, hem düşündürücü hem de bestesi ile etkileyici olurlar. Yenilerinden de böyle olanlar oluyor seyrek de olsa.
"Geçtim dünya üzerinden,
Ömür bir nefes derinden,
Bak feleğin çemberinden,
Yolun sonu görünüyor." dizelerinin geçtiği türkü de bunlardan güzel bir örnek.
Üstad Bediüzzaman 1948'de Afyon hapishanesinde mahkûmların eğitimi için kullanılan, otuz ikisi kırık, otuz altı pencereli bir odada bulunmaktadır. Üstad, genellikle soğukta ve zehirli bir havadadır. Bir güz mevsiminde, mahpuslar, bir fırsatı değerlendirerek bir barış şenliği düzenlerler. Ellerinde bulunan çalgı ve davullarla genel bir bayram havasını yaşamak istemişlerdir. Bir güz ayıdır ve teneffüs yerleri, neşelenmelerden geçilmez olmuştur. Hâliyle, ses ve gürültüler koğuşların içine kadar gelmeye başlamıştır. Boş, saçma şeylerin kulağına gelmesine tahammülü olmayan Tahirî abi de bir hava almaya çıkmıştır. Bazen de bir kilimin üzerinde dinlenmektedir. Kulağına giren bu sesler karşısında şaşırıp kalmıştır. Safiyetine halel gelir düşüncesiyle de olup bitenleri duymamak için, kulaklarını bazen tıkamak zorunda bile kalmıştır. Üstad, bu neşeli hâlleri kendi penceresinden seyretmiş ve bu duruma muttali olmuştur. Ve Tahirî abi gibi takva sahibi talebelerini rahatlatmak için de ölçü verici bir mektup yazmıştır.
El yazma Emirdağ Lahikasında bulunduğunu şimdi öğrendiğim bu mektupta üstad, dünyanın aynı zamanda gülüp neşe alınacak bir yer olduğunu hatırlatmış, takvanın sınırlarını göstermiş ve istemeden kulağa gelen çalgı seslerinin zararı olmadığını anlatmış. Üstadın bu minvaldeki cümleleri başta Tahirî abi diğer talebeleri de rahatlamış.
İşte, biz de üstadın bu izin ve yorumuna binaen, çok nadir de olsa ibretli olanlardan kulağımıza çalanları dinleriz. Yine, nadir de olsa kulağımıza çarpan:
"Kara kaşlı yâr, söyle derdini" isimli türkünün de içinde geçen:
"Hangi terziler biçti, fidan boyunu?" dizesinden dolayı dinlediğimiz olmuştur. Bir dinleyişimizde bu dize, bizi biraz düşündürmüş olmalı ki notlarımızın arasına bu dizeyi yazmışız.
15. Şua'da "ilm-i muhitin delilleri"ni okurken, birinci ve ikinci delilde peş peşe geçen "biçilmiş, dikilmiş giydirilmiş" kelimelerini okuyunca, notlarımızın arasında bulunan bu dizeyi ve yine nurlarda muhtelif yerlerde geçen benzer kelimeleri hatırladım.
Bu üç fiil de edilgen yapıda. Yani bu fiillerin mutlaka bir faili olmalı. Biçilmiş ise, onu bir biçen; dikilmiş ise, bir diken; giydirilmiş ise, onu bir giydiren mutlaka olmalı.
Tam bu yazıyı yazarken, önüme canlı bir bahçe çekimi düştü. 2017'de ekilen meyve fidanları büyümüş, yaprakları gürleşmiş, ağaçlar meyveye durmuş. Bahçeyi çeken de 1979'da Karadeniz Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi mezunu Şamil Gülen abimiz. Çekimde diyor ki: "Bütün dünya bir araya gelse, bir yaprağını bile yapamayacağı, bu bahçeyi gezmek isteyenlere bir semaver çay eşliğinde ziyaretini bekleriz."
Evet, bütün dünya birleşse bir yaprağı yapamaz. Doğru. Peki, bir yaprağın elbisesini biçip dikebilir mi? Biçemez ve dikemez. Ağacın elbisesini biçip dikebilir mi? Tam ağaca münasip, bolluğu, fazlalığı olmayan bir ağaç elbisesi biçmek, dikmek; o ağaca giydirmek mümkün mü? Mesnevi-i Nuriye'deki Lasiyyemalarda, üstadın haklı olarak sorduğu gibi "Bir zerreye bir terzilik sanatını öğretmeye kudretin var mıdır?" Üstad sorusunu biraz daha genişleterek de tekrar ediyor: "Halık ittihaz ettiğin tabiat ve esbap her şeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?"
"Bir zerreye terzilik sanatını öğretmek" cümlesi, çok önemli. Niçin önemli? Eşya, asıl olarak karbon, azot, oksijen ve hidrojen elementlerinden, yani onların atomlarından zerrelerinden teşkil oluyor değil mi? O zaman bir çiçekten tut yaprağa, daldan tut dalın ucuna takılan meyveye kadar en küçüğünden kürelere kadar; bir saniye ömrü olan hurdebini mikroptan gergedana, ince ve hassas sanatlarla donatılmış tasarım harikası bir böcek veya bir kuştan, yine hesaplı bir şekilde bazı hücrelerin ölmeleriyle diğerlerinin ortaya çıkarılarak tefriş edilen insan vücuduna kadar her şey, zerrelerin vaziyet ve şekil almaları sayesinde yapılıyor ve her anda bu şekil muhafaza ediliyor.
Tuğlaları her an değişen bir apartman düşünün. Biz onu yine aynı apartman olarak görüyor ve adlandırıyoruz. Fakat öyle değil. Sırayla ve tayin edilmiş belli bir müddetle, apartmanın kısımları durmadan değişiyor. Canlı ya da cansız bütün eşya da her an tuğlaları değişen o apartman gibi işte. Eşyanın bir kısım zerreleri her an, bir kısmı ayda bir, bir kısmı da her senede değişiyor. Çeşitli tarzlarda, eskiler gidiyor, yeniler geliyor. Peki, zerrelerin bu nöbet değişimi sırasında, eşyanın şekli, elbisesi, rengi, kütlesi, başka bazı önemli özellikleri değişiyor mu? Değişmiyor. İşte, bunların değişmemesi için, o eşyada görev yapan her bir serseri zerrenin; görev aldığı bütün meyvelerin, çiçeklerin cihazatını ve yapılmasını ayrı ayrı suretlerini, sanatlarını ve onlara giydirilen suretlerin terziliğini bilmesi lazım. Başka türlü bu sanatlı keyfiyet olmaz ve eşyanın hüviyeti devam edemez. Zerrenin girdiği eşyanın terziliğini bilmesi de yetmez. Zerrelerin onların "hıyatat-ı kâmile-i muhita-i sanatını" yani her bir varlığın bütün kâinattaki emsallerini, onların çalışma sistemlerini ve diğer varlıkları ilgilendiren yönlerini de bilmeleri gerekiyor.
Evet dostlar, Şualar'da geçen Ali İmran Suresinin "Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi suret veren O'dur." mealindeki beşinci ayetinin tefsir ve izahındaki "Tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi suretleri açmasıdır." cümlesi, "biçmek, dikmek, giydirmek" fiillerinin başka bir cephede bu fakire göre, en dikkat çekici ve önemli cümlesi konumunda.
Tüm canlıların rahimlerini ve o kararlılık rahimlerde onu bekleyen aydınlık âlemine göre cihazlarla donatılıp ve münasip suretlerle şekil almasını ve bu harika ve ihatalı fiilin asırların her anında aksamadan, karışmadan, karıştırılmadan "basit bir maddeden, ayrı ayrı, çeşit çeşit hadsiz ve muntazam bir şekilde her tarafta, bir anda bir fiil ile açılması hakikati" bize, her yerde ve her anda bulunan nihayetsiz bir kudreti göstermez mi? Böyle bir hakikati görmemek ve bu hakikatin gösterdiği Kudret karşısında hayretini ifade etmemek, bütün bu fiillerin adedince bir körlük olmaz mı?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.