Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Hidayet ve Dalâlet Allah'tan ise, Bizim Gayretimiz Niye?

Önce şunu ifade edelim ki sadece hidayet değil, dalâlet de Allah'tan yani O'nun yaratması iledir elbette. Küçük bir zerrenin hikmetli yolculuğu O'ndan olur da ebedî saadet veya şekaveti netice verecek olan hidayet ve dalâlet de O'ndan olmaz mı? Yani her şey O'nun yaratmasıyladır. Hangi şeyde bizim icatsız yönelişimiz tek ve yeterli sebeptir ki hidayet ve dalâlette olsun.

Bir arkadaşımız anlatmıştı. Var gücüyle hizmetlere koşan bir Müslüman, hidayetin Allah'tan olduğunu ifade eden âyet meallerini okuyunca veya birinden duyunca, hizmetteki gayretlerini bırakmış. "O ki âyet bildiriyor ki "Hidayet Allah'tandır." o zaman bizim çalışmamızın, gayretimizin, Kur'an hakikatlerini birilerine aktarmamızın ne anlamı veya ne faydası olur ki?" düşüncesine kapılmış. Bir yanlış veya eksik anlamanın nelere mal olduğunun çarpıcı bir örneği değil mi? Bu böyle olduğu gibi, bu âyeti dalâletine medar yapan birçok örnek de var. Bunlardan daha yakında yazıştığınız hayata sıfır noktadan bakıp binlerce alimi 'alimcik' diye niteleyen ve bu âyeti kendi hevasına göre yorumlayıp bir de bunu küfrüne delil getirip medar yapan biri de var ki en antikası da buydu.

Kur'an denizini bir maşrapaya sığdırma çabası, böyle garip ve anlamsız yorumları ve felaketleri netice veriyor maalesef. Buna Hazret-i Peygamberin (asm) hayatına bakmamayı, bilmemeyi de ekleyebilirsiniz. Çünkü Kur'an'ın ilk müfessiri ve uygulayıcısı olarak Hz Peygamber (asm) bilinmeden, Kur'an'ı anlamak ve hayata hayat yapmak mümkün değildir.

İşte, âyetlerin izah ve tefsirine ve de Hazret-i Peygamberin hayatına, tebliğ ve cihattaki gayretine bakmayan, bilmeyen arkadaşımız, anlayacağınız durmuş. Duran da malûm, düşer. Düşmemek ya da suda batmamak için, mutlaka küçük de olsa hareket içinde olmak gerekiyor. Buna, biraz gelir gider dengesi de diyebiliriz. Nasıl vücudun geliri azalınca, mutad giderleri insanı halsiz ve mecalsiz bırakır. Yani maddî vücudun devamı, onu beslemek ve bakımına dikkat etmekle mümkünse; bu hâl, manevî vücudun devamı için de geçerli ve önemli.

Manevî vücudunu sahih, yani doğru ve müstakim kaynaklardan doyurmayan insanın da zamanla maneviyatı kurur. Münkerâta tepkisiz kalır. Gayret ve hamiyeti gittikçe azalır ve neticede biter. Böyle ve ebedî hayata mal olacak dehşetli bir netice ile karşılaşmamak garantimiz yok. Cenab-ı Allah dünyamıza, rızkımıza kefil ama ahiretimize kefil değil. Bunu, bize bırakmış. Dünya nimetleri gibi, cennet de meccanen veriliyor bize. Sadece cennetteki mertebe ve makamımızın tayin ve tespiti bize bırakılmış. Yoksa hangi gayretimiz, ibadetimiz, ebedî cennete karşılık gelebilir ki? Mesela ibadet ve gayretimiz, bir göz nimetinin karşılığı olabilir mi?

Biz tekrar başlığa dönelim. Bu konuyu ele almamızın sebebi, geçenlerde mail adresime Aziz Yıldız kardeşimizin gönderdiği sual oldu. Cenab-ı Allah, En'am Suresinin 148. Âyetinde bazı putperestlerin "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız." şeklindeki kuruntularına aynı âyetin devamında "Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz?" şeklinde cevap veriyor.

Aziz Yıldız kardeşimiz de diyor ki "Hocam, bu âyette putperestlerin "Allah dilemediği için biz ve atalarımız hidayete gelmedik." itirazlarına Cenab-ı Allah "Bu, sizin bir zannınızdır" diyor. Ama devamı 149. Âyette ise "Allah dileseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi" buyuruluyor.İki âyeti birlikte nasıl anlamamız gerekir? Birincisinde, dalâlette kalmayı insanın kendisine bırakıyor; devamında ise, Allah dileseydi hepinizi hidayete iletirdi, buyuruluyor.

Sadece bir âyetin mealine bakıp Kur'an'a bir bütün olarak bakmadığımızda, iyi niyetli de olsa âyetlerde sanki bir tenakuz varmış vehmine kapılabiliriz. Ancak iyi niyetimizle, Kur'an'a daha bir dikkatle kulak verirsek, hiçbir âyette ve âyetler arasında, buna yukarıda bahsi geçen âyetler de dahil, tenakuz olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Cenab-ı Allah'ın ayetlerinde kusur olur mu? Haşa! Zaten Kur'an'ın en önemli mucizevî yönü de budur. Tenakuzun olmamasıdır.

Cenab-ı Allah âyette, putperestlerin kuruntularını bir bilgiye dayanmayan, yani onların zanları olarak bildiriyor. Evet, Allah dileseydi putperestler dalâlete kalmazdı. Fakat putperestler dilemeyince de Cenab-ı Allah, onları zorla hidayete getirmezdi, getirmiyor da. Bir insanın hidayete gelmesi için, iradesini bu yolda sarf etmesi yeterli değil, doğru. Allah'ın da istemesi gerekiyor. Hidayete gelmesi için, iradesi yeterli değil ama gerekli. Bu durum, sadece hidayet ve dalâlet için geçerli değil ki. Her fiilimiz için böyle. O zaman "Allah dilediğini hidayete getirir" demek, Allah dileyeni, kendi de dilerse, hidayete getirir, şeklinde anlamak gerekiyor. Diğer fiillerimiz için de böyle diyebiliriz.

Allah dilediğini evine götürür, doğru. Ama sen de dilersen, götürür. Sadece senin dilemen, seni eve götürmez. Eve gitmen için, Allah'ın da bunu dilemesi şarttır. Buradaki Allah'ın dilemesi, O'nun eve gitmeyi yaratması anlamındadır. Sen istersen, dilersen, Allah da yürümeyi dilerse, yani yaratırsa eve gidebilirsin. Bu, eve gitmek için bu böyle de cennete gitmek için de böyle olmaz mı? Büyük küçük, az çok her fiilimizde bizim irademiz, dilememiz; icat kabiliyeti olmayan, elinden yönelmeden başka bir şey gelmeyen, âdi bir şart mesabesinde. Âdi ama şart. Senin dilemen olmadan, Allah seni eve, camiye götürmediği gibi, hidayete de götürmüyor.

Bu, aslında umumî bir kanun da diyebiliriz. Her şey, bir sebebe, vesileye bağlanmış. Elbette, Cenab-ı Allah insanın iyi, hayırlı, güzel dilemesini O da dilerse, isteyerek yaratıyor. Aksini ise, istemeyerek yaratıyor. Hidayet kapılarını çalan, neticede kapısını çaldığı hidayet ile buluşturulduğu gibi, aksi de öyle. Uzun süredir bir konuyu anlattığım bir ahmak, mesela kolay olan hidayet yolunu değil de aksinde ısrar ediyor. Bunu elbette ki Cenab-ı Allah, o bu ısrarında devam ettiği sürece dalâlete götürecektir.

Üstad Bediüzzaman da bunu en güzel ve hulâsa olarak 17.Lema'nın 13. Notasında anlatıyor. Bu konuyu, Peygamberimizin amcası Eb-u Talib'in Kureyş'in kınamasından çekinerek makbul bir imana dahil olmaması üzerine, O'nun üzüntüsünü teselli ve izale için indiği rivayet edilen "Sen sevdiğin kimseyi hidayete getiremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidayet verir." mealindeki Kasas Suresinin 56.Âyetini açıklayarak yapıyor.

Hidayette insanların dilemesinin ve gayretinin bir kıymeti olmasaydı, hidayete davetten başka bir vazifesi olmayan bunca hidayet rehberi peygamber gönderir miydi? Göndermezdi elbette. Ayrıca Allah'ın hidayetinin talebi olan cihadı, en büyük makam sayar mıydı? Demek, Peygamber anlatacak, rehberlik edecek ama neticeye yani Allah'ın kim için hidayet yaratacağına karışmayacak. Böyle bir görevi de yok. Bırak karışmayı, onunla ilgilenmeyecek bile. İlgilenirse ne olur? Şevki kırılır veya yanlış hükümler verebilir. Kimin hidayete layık olduğunu, iradesini o yolda sarf ettiğini bütün kalplerin elinde olduğu Allah'tan başkası bilemez ki. Onun için, Cenab-ı Allah, peygamber de olsa dinlettirmek ve hidayet vermeyi "eli kısa, sabrı kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa" olan insanlara vermemiş. Diğer nimetlerde olduğu gibi, "büyük bir nimet, vicdanî bir lezzet ve ruhun cenneti olan" pırlanta değerindeki hidayet nimetini de kendine mahsus kılmış.

Evet dostlar, bizim gayretimiz niye? Büyük nimet olan hidayetin devamı gelsin ve bizi kabre sağ salim götürsün diye. Bu da hidayeti sıkı ve ciddi takiple mümkün. Yine bu, menhiyat, maddiyat, sufliyat ve malayaniyatı terke bakıyor. Cenab-ı Allah, aklını kullanmayanları pislik içinde bırakırım, diyor. Aman, dikkat.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum