Habibi Nacar YILMAZ
Musa Aleyhisselama "Allah'ı Göster" Diyen Zihniyet Hiç Değişmiyor
"Allah'a aylarca çağrıda bulundum. Bana her şey mantıksız geliyor. Eğer bu dini sen gönderdiysen, lütfen bana bir işaret gönder. Yoksa dini terk ediyorum. Hiçbir işaret gelmeyince de terk ettim."
Evet, yukarıdaki cümle hayata, kâinata sıfır noktadan bakan, hatta "Hazret-i Peygamber, belki yaşamamıştır. Ne bilelim yaşadığını, bir fotoğrafı bile yok." diyecek kadar da sağından solundan habersiz bir arkadaşa ait. Din diye terk ettiğim dediği de kendi kuruntularından kurtulması olarak anlayabilirsiniz. Çünkü din diye bildiği bir iki konuya ve suallerine baktım. Hatta bir kısımlarının üzerinde epeyce de durduk. Şüphe ve suallerinin tamamının cevabı, sahih kaynaklarda verilmiş hususlar. Fakat bu tipler, gözünü güneşe, gönül perdesini de ışığına kapalı tutuyorlar. Aydınlıktan rahatsız olan huffaş gibi, hak ve hakikatle yüzleşmek, aydınlığa dalmaktan korkuyorlar. Ne yazık ki bu gafletli hâller, kimsenin dünyadaki yolculuğunu yavaşlatmadığı gibi, bir defalığına verilen ömür sermayesinin de bitmesine engel olmuyor. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapmış oluyor.
Bunun acı örneklerini, bu yazıyı yazdığım haftanın iki gününde yazıştığımız ve görüştüğümüz birkaç kişide de yakînen gördüm. Meşhur bir yazarın din hakkında yazdıklarını bana gönderdi bunlardan biri. Bir araştırdım ki bu yazar, İslâm ile hiç ilgilisi olmamış, tanışmamış, okumamış ve din olarak da sadece Hristiyanlığı biliyor ve onu doğru din zannediyor. Hâliyle itirazları var. Aynı itirazlar, bizim de var zaten. Bizim arkadaş da onu, onun eleştirilerini kendi dinsizliğine delil yapmış. Bir başkası ise, cehaletinin kurban olmuş. Yanıldığı ve yanlış bildiği noktaların doğrusunu anlatınca da bunu bana böyle anlatmadılar, diyor. Bu itirafıyla sıfırcı arkadaştan daha merdane çıkmış oldu.
Bunlardan bazıları da tam bir küfr-ü inadî içindeler. Bunların itikatlarına göre, yokluğa giden bir gemideler. Bunu görüyorlar fakat anlamıyorlar. Kalplerine yapışan küfür, onları daima meşgul ettiğinden, kalplerinde ve fikirlerinde marifet için bir yer de kalmamış. Yer kalmayınca, marifet adına önlerine konan Kur'anî hakikatlerin doğruluğunu görüyor, biliyor fakat kabul edemiyorlar. Kabul etseler de itikat haline getiremiyor, vicdanî bir tasdike yanaşamıyorlar. Peki, buna rağmen akıl nasıl rahat ediyor? İşte, bunlardan biri girişte yer verdiğim cümleyi kurarak rahatlamış güya. İşaret beklemiş, olamamış; onun için, dini terk etmiş güya. Şimdi de oradan buradan kendini uyutmak için deliller toplamaya çalışıyor.
Bu arkadaş ve bunun gibiler, tarihte emsal işaret bekleyenlerden yine insaflı. Onlardan, şimdilerde emsalsiz zulümlere öncülük yapan ve imana niyeti olmayan öncüleri de zamanında Hz. Peygamberden (ASM) kendilerine gökten bir kitap indirmesini istemişlerdi. Cenab-ı Allah da onların bu isteklerinin karşılığını, Nisa Suresinin 153. âyetinin muhtevası içinde "Onlar, bundan daha büyüğünü Musa'dan istemişler 'Bize Allah'ı apaçık göster.' demişlerdi de bu haksız davranışları yüzünden, onları hemen yıldırım çarpmıştı." vahyi ile yer veriyor.
Eski kavimlerde, peygamberleri inkâr edenler ya da şimdi yukarıda bahsi geçen ve işaret bekleyen arkadaş gibiler, mucize ya da işaret beklemekteki maksatları, o mucizeyi ya da işareti görüp imana gelmek değil. Öncekilerin asıl maksatları, peygamberleri güç durumda düşürmek; mucize göstermemeleri hâlinde, onları güya yalancılıkla suçlamaktı. Bunu nereden biliyoruz? İstedikleri çoğu mucizeler gelmiş, Tur Dağı bile kaldırılmış, fakat onlar doğru yolda ilerleyecekler yerde, azgınlıklarına devam etmelerinden biliyoruz. Aynı şey, Hazret-i Peygamber döneminde de geçerli. Başta kendi evlat, anne ve babaları gibi tanıdıkları, doğruluğundan şüphe etmedikleri Hz. Peygamberden en büyük, dâimi ve ebedî mucize olan Kur'an yanlarında olmasına rağmen, başka ve imanı gaybilikten çıkaracak mucizeler istemişler.
Önce, Peygamber Efendimizi, cinlerden haber alan mecnun olarak suçlamışlar. Sonra da Hicr Suresinin "Doğru söyleyenlerden isen, melekleri getirseydin ya!" mealindeki Yedinci âyetinde bildirildiği gibi, bu sefer de melekleri bizzat görmek istemişlerdi. Peki, melekleri gördünüz, diyelim. İnanmama ihtimaliniz kalır mı? İman gaybilikten çıkmış olmaz mı? Bundan sonraki imana, iman denir mi? Ayrıca, geçmiş milletlere tanınmayan mühlet, melekleri görene tanınır mı? Zira, Cenab-ı Allah, yine Hicr Suresinin 7.âyetinde "Biz melekleri ancak ceza hükmüyle indiririz, o zaman da onlara artık süre tanınmaz." âyetiyle cevap veriyor.
Girişteki sıfırcı arkadaşa bunu anlattım. Senin her gün yatıp diri olarak kalkmandan tut, hayatının devamına; yürümenden tut, nefes alıp vermene; göz kapaklarının haberin olmadan inip kalkmasından tut, konuşabilmene kadar başta nefsine, sonra afakî âleme takılı sayısız fiilî âyetleri görmeyen basiretin, acaba hangi işareti, âyeti görse, uyanacak. Allah'ı ve O'nun dinini tasdik edecek.
Arkadaş, İbrahim Aleyhisselam'ın Kur'an'da anlatılan Cenab-ı Allah'tan öldükten sonra dirilme noktasında kalbinin mutmain olması için, mu'cize istemesini kendisine delil olarak görüyor. O bile delil istediyse ben niçin istemeyeceğim, diyor. Halbuki İbrâhim Aleyhisselam bir peygamber olarak, hem kendi asrına, kavmine hem de asırlara bir örnek olsun diye, istediği bir mucizeydi. Yani imanını kaybetmemek için, bir işaret değildi onun istediği. Ayrıca, imanı gaybilikten çıkaran bir fiil de istemiyordu Allah'tan. O bir peygamberdi, peygamber de olsa, yükselmede nihayet olmayan imanında daha da bir mutmainlik arayışı içindeydi. Böyle bir mu'cize görmeseydi de yine iman ehli olacaktı. Bunu nereden biliyoruz? Bunu anlatan âyetlerden. Kur'an, bunu bize Âli İmran Suresinde açıkça anlatıyor.
Allah'ın mahza hidayet ve delil olarak indirdiği Kur'an'dan yüz çevireni, başka hangi delil veya işaret tatmin eder de kendine getirir acaba? Cenab-ı Allah bunu En'am Suresinin 157. âyetinde beyan ettikten sonra 158. âyetinde de mealen "İnanmak için illa da kendilerine meleklerin gelmesini veya rabbinin gelmesini bekliyorlar. İnancı kendisine iyilik kazandırmamış kimseye, Rabb'inin bazı âyetleri (açık işaretleri)geldiği gün iman etmesi fayda sağlamaz." diye beyan ediyor.
İnsanların işaret diye bekledikleri mu'cize, zaten ancak akla kapı açar derecededir. Yani mu'cize aklı elden almaz. İhtiyarı, seçme hakkını ortadan kaldırmaz. İnsanlar mucizeleri gördükten sonra, başka bahanelere sarılmaları veya Hazret-i Peygamber'e yaptıkları gibi, sihir isnad etmeleri bunun açık delilidir.
Allah buyuruyor ki:
- Bir gün gelecek ki münkirler ve mücrimlere ceza verilecek.
Adam ne diyor?
-Öyle şey mi olur. Hele o gün bir gelsin çaresine bakarız.
Ve o gün gelse, o itiraz edenler çarnaçar inansalar, bu, makbul bir iman olur mu? Ve bu iman onlara bir fayda sağlar mı? Zaten mümin ve münkirin farkı, o gün gelmeden, verilen habere imanında saklı değil midir? İmanın makbul olması, hazır ve görülene değil, gaybe (açıkça görünmeyene) iman etmesindendir. Ben sana inanıyorum, çünkü seni görüyorum, denir mi hiç?
Akıl hâkim olabilir. Çok şeyde rehberdir belki. Ama vahiy de âdil şahittir. Akıl, bilemediği ve nazarının ulaşmasının mümkün olmadığı uhrevî malumatta, melekûtî âlemlerde, nübüvvetten gelen haberlere itibar etmek durumundadır. Başka bir bilgi kaynağı mı var? İnsan, bilemediği, nazarın ulaşamadığı şeylerden uzak durmak ya da düşman olmak zorunda mıdır? Eğer akıl her şeyi çözebilseydi, ilk insanla birlikte Allah, vahiy ve kitap gönderir miydi? Fakat nasıl göz, kulak, dil belli bir sınırla görüyor, algılayabiliyor ve belli bir kapasiteleri varsa; akıl da öyledir. Daha kendinin ne olduğunu tam çözemeyen akıl, uhrevî hakikatleri, ölüm ve sonrasını tam anlayamaz, nasıllığını idrâk edemez.
Evet dostlar, Cenab-ı Allah kitabında "Seni dinin asılsız olduğu sonucuna götüren şey nedir?" diye soruyor. İnkârcılarla yoğun şekilde konuşuyor ve yazışıyoruz. İnanın tamamına yakını cehaletinin kurbanı. Yani onları dinin asılsız olduğuna götüren şeyin başında altı inat, kibir, günah, görenek gibi şeylerle dolu cehalet yatıyor. Gerçekten samimiyet çok önemli. Onun için, Cenab-ı Allah En'am Suresinin 36. âyetinde "Ancak samimiyetle, ihlasla dinleyenler kabul eder." buyuruyor. Karanlıklar içinde kalıp sağır ve dilsiz olmamak için, ilk ve son şart, samimiyet ve iyi niyet gerçekten. Bu, nerede geçerli değil ki?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.