Hem tasavvuf hem sanat ve estetik

İnsan Allah’ı en iyi yansıtan sanat eseri, diğer eserleri de onun ama insana büyük bir itina göstermiştir. Bazı şatahat sözler söyleyen mutasavvife o kadar ileri gitmiş ki, büyük bir sofi “cübbemin altında ondan başka bir şey yoktur”, bazıları ise “kendimi takdis ederim” demişler. Bu sözler ilk nazarda ehli sünnetin telakkisine göre tehlikeli ama insan o kadar harika bir sanat eseri ki Allah’ı temsilde onun üstüne bir sanat eseri yok. Üstad Bediüzzaman, bazı ehli muhabbetin ağzından çıkan sözleri tevil eder. Bazı meczub, sofi şeriat kılıncı ile idam edilmiştir. Ama onlar suçlu olduğundan değil sözlerinin avamın ağzında tehlikeli akımlara neden olacağından dolayı idam edilmişlerdir. Hazreti Muhiddin “bizim sözlerimizi bizim makamımıza gelmeyenler okumasın, kullanmasın“ der. Çünkü onlar sözdeki ironiyi hissedemezler. Hakikat telakki ederler. Nesimi hazretleri dört mezhebin mahkemesinde verilen kararla derisi soyularak idam edilir. Neden? Sözlerinin yüzünden. Ama mahkemede “lailahe illallah Muhammeddür Resulullah” der.

Kainat nasıl birbiri içinde birbirine destek vererek bir birlik, bir tevhid etme, beraberlik, insicam, armoni, tenasüb meydana getiriyor ve böylece fonksiyonlar ifa ediliyorsa, İslamın hakikatları da iç içedir. Hiçbir şey bu birlikteliği bozamaz, bozarsa bir anda büyük bir değerden sıfıra iner. Güneş, sistemin içinde güneştir, ondan ayrıldığı an bir ateş parçası bile olamaz.

Allah insanı yaratmış ama insanın ve kainatın varlığı ile birlikte bir anlam ifade  ediyor. İnsan olmasa Allah vardı ama nasıl bilinecekti. Çok iyi gurme harika yemekler yaparsa onun usta bir mutbahcı olduğuna inanılır. Yok yapmazsa olmaz. Sinan Selimiye’yi yaptığı için büyüktür. Selimiye olmasa Sinan’ı kim bilirdi? Sinan diyebilirdi ki “büyük bir mimar olduğumu göstermek için Selimiye’yi yaptım”, doğrudur. Allah da “küntü kenzen mahfiyyen”, “ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim” buyuruyor. İnsanın yaratılışı onun bilinmesi için bir mikyastır, bir araçtır.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın hilkatinden maksat, mahfi hazine-i İlahiyeyi keşifle göstermek ve Kadir-i Ezeliye bir bürhan, bir delil, bir makes-i nurani olmakla cemal-i ezelinin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir ayna olmaktır.”

Bu sözde insanın Allah’ın gizli hazinesinin bir dışavurumu olduğu söyleniyor. Yani Allah en güzel sanatı olan insanı yarattığı gibi sanatının bilinmesini de onun beş duyusuna bağlamış. İnsana göz veren “benim sanatımı gör” diyor. “Çünkü seni benim sanatım karşısında onu hissetmen ve gerekeni yapman için verdim.” İnsan olmasaydı kim “Rabbüssemavati vel ard” diyecekti. “Güneşi direksiz tutuyorum” cümle-i Kur’an’isinin muhatabı insandır ama müşahidi de insandır. Namaza başlarken sizin ağzınızdan çıkan ayeti celile Allah’ın temenni ettiğidir. Kulhuvallahu ehad’i biz okuruz bir de okuduğumuzu gören ve duyan Allah var. “Evet ben ehadim ve samedim.” Onu senin ağzından duymak istiyor çünkü sen onun figüranısın, karakterisin. Sen onun adına rolünü oynuyorsun. Bağımsızsın yeme içmede ve uyumada ama ötesi onun.

“Hoşca bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen.”

Alemi sanatının eleğinde elemiş ve ortaya insanı çıkarmış.

“Kadir-i Ezeliye bir bürhan, bir delil, bir makes-i nurani olmakla cemal-i ezelinin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir ayna olmaktır.”

İnsan Allah’ın gücünün bir delili. Allah koca kainatta insanı meydana getiren bütün cüzleri irade ve kudret eli ile seçip insanı yapmış, bu kadar birbirinden uzak cüzleri bir araya getiren O’nun kudretidir. İnsanda güneşin de hissesi var ayın da başka gezegenlerin de toprağın da suyun da… Bunların hepsinden bir el alıp insanı canlı heykel gibi yapmış. Bu bir kudret eli gerekir.

Sonra insan nurani bir makestir. Nurani bir yansıma, Allah’ın nurani bir yansımasıdır. Sonra ezeli cemalinin güzelliğinin bir şeffaf aynasıdır. Yani insan Allah’ı gösteren bir aynadır. Biz aynada kendimizi görürüz ama ayna olarak da Allah’ı gösteririz. Allah’ın bütün isim ve fiilleri insan aynasında  görünür. Bu yüzden günah aynayı kirlettiğinden Allah günahkarı sevmez çünkü aynasını kirletmiştir, kirli ayna bir şeyi göstermez. Ancak ayna tövbe ile silinirse gösterir. Ayna imgesi tasavvufta çok kullanılmıştır, her varlık aynadır ama insan en gösterişli aynadır.

Yunus Emre; “Beni bende demen bende değilem/Bir ben vardır bende benden içeri” demiş. Bu insan beninin ötesinde bir var, O Allah’ı gösteren sırdır. O’dur.

Dışavurum diye bir cereyan var. Ekpressionizm. Bir sanatçı zihnindeki bir durumu dışa çıkarması bir mimarın mimari yapıyı, bir ressamın resmi, bir şairin şiiri çıkarması gibi. Bu Allah’ın kendini sanatı ile, insan ile göstermesi gibi, insan da kendi sanatını bir şekilde dışarıya yansıtıyor. Alem de bir dışa vurumdur, insan da o dışavurumun dışavurumunu anlayan bir farklı varlıktır. O hem gören hem de görünendir.

“Hakikaten, semavat, arz ve cibalin hamlinden aciz kaldıkları emaneti insan haml ettiği cihetle cilalanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünkü, o emanetin mazmunlarından biri de, insanın sıfat-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vahid-i kıyasi vazifesini görmektir. İnsanın hilkatinden maksat bu gibi şeyler olduğu halde, kısm-ı ekserisi perde olurlar, sed olurlar.” Vazifesi fetih ve açmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşir iken söndürüyor. Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Ve keza, nur-u imanla Allah’a bakıp mülkü ona teslim etmekle itikaden mükellef iken, ene rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten “innelinsane zalumen cehula.” (insan çok zalim ve çok cahildir.)

Yeryüzü, semavat ve dağlar Allah’ın sıfatlarını fehmedemez, bu yüzden emaneti kabul etmemişler. “Biz varlıktan, gözlem ve taakkulla onun sıfatlarını çıkaramayız” demiş geri durmuşlar. “Bu bize göre bir ders değil” demişler. O ancak insan tarafından ona verilen maddi manevi cihazlarla mümkün bir iştir, diğerleri bunu ifade edemez. İnsan bir gösterme, yansıtma cihazı ayna iken benlik ona perde çeker, ayna olamaz kendine bir şey olur.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı alemde kurulan şu sergi-yi İlahide teşhir edilen tezyinata, kemalata, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulühiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lazımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin, o harika nakışlara, ziynetlere tefekkürle hayran olsun.”

Bu ikinci ilem birincinin şerhi, izahı. Allah’ın sanatını nasıl göreceğini anlatıyor. Müşahit, “Allah’ın verdiği gözle onun sanatını gören.” Mütenezzih, “Allah’ın verdiği beş duyu ile O’nun kainatını gezen, seyreden.” Mütefekkir, “Allah’ın verdiği zihin ile O’nun sanatını ve sanatının arkasındaki harikaları düşünen.” Mütehayyir, “O’nun sanatının çarpıcılığı karşısında acze düşüp hayret eden.” Mesela secde gibi. Secde beş duyunun kapandığı sonra hayretin başladığı andır.

“Sonra o sergiden Saniinin celaline, Malikinin iktidar ve kemalatına intikalle O’nun azametine secde-i hayret etsin. Bu vazifeyi ifa edecek, insandır. Çünkü, insan gerçi cahil, zulmetli birşeydir, ama öyle bir istidadı vardır ki, aleme bir enmuzeç ve bir nümune olmaya liyakatı vardır. Hem o insanda öyle bir emanet vedia bırakılmıştır ki, onunla gizli defineyi bulur, açar. Hem o insandaki kuvvetler tahdit edilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Buna binaen, külli bir nevi şuur sahibi olur ki, Sultan-ı Ezelin azamet ve haşmetinin şaşaasını idrak ediyor.”

“Evet, maşukun hüsnü, aşıkın nazarını istilzam ettiği gibi, Nakkaş-ı Ezelinin rububiyeti de insanın nazarını iktiza eder ki, hayret ve tefekkürle takdir ve tahsinlerde bulunsun.”

Sevgilinin güzelliği sevenin nazarını gerektirir. Seven yoksa güzellik kapalı kalır. Sevilen Allah ise insan seven, insanın sevecek nitelikleri O’nu gösterir. Ezeli nakşedicinin bu kainattaki fiilleri, terbiye faaliyetleri ancak insanın nazarı ile ifade edilebilir. Yoksa seyircisiz sinema ve galeri gibi olurdu kainat. İnsan olmasaydı anlamsız olurdu kainat. 
“Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan aşıkları icad etmesin? Ve güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.” 
“Kezalik, bu alemi şu kadar ziynetlerle, nakışlarla tezyin eden Malikü’l-Mülk, elbette ve elbette o harika, antika, mucize manzaraları, ziynetleri, seyircilerden, müşahitlerden, aşık ve müştaklardan, arif dellallardan hali bırakmayacaktır. İşte, camiiyeti dolayısıyla insan-ı kamil, halk-ı eflake ille-i gaiye olduğu gibi, halk-ı kainata da semere ve netice olmuştur.” 

Bu alemi nakışlarla tezyin eden, seyirci, müşahit, aşık, müştak arif, dellalları isteyecektir ve onları yaratacak sanatının galerisi olan bu dünyaya salacaktır. İnsan farketsin etmesin bu görevle görevlidir, ama farkında olan başka tabii.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın fıtraten malik olduğu camiiyetin acaibindendir ki: Sani-i Hakim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut enva-ı rahmeti tartmak için gayr-ı madut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esma-i Hüsnanın gayr-ı mütenahi mahfi definelerini fehmetmekçin, gayr-ı mahsur cihazat ve alat yaratmıştır. Mesela, mesmüat, mubsırat, me’külat alemlerini ihata eden insandaki duygular, Saniin sıfat-ı mutlakasını ve geniş şuünatını fehmetmek içindir.”
“Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hafızasında öyle bir latife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş alemde o latife daimi seyir ve cevelan etmekte ise de, sahiline vasıl olamaz. Maahaza, bazan bu büyük alem o latifeye o kadar darlaşır ki, alem o latifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o latifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz. 
İşte, insanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.”
Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazıları da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir alemini açar, fakat içinde boğulur.

“Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur. Demek, insanın seyr-i ruhanisinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur-u tevhid pek suhuletle nasip ve müyesser olur. Bir tabakasında da gaflet ve evham öyle istila eder ki, kesret içinde gark olmakla, tam manasıyla tevhidi unutmuş olur. Sukutu suüd, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakin, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medeniler, ikinci tabakadaki insanlardandır. Onlar, hakaik-i imaniyeyi derk etmekte bedevilerin bedevileridir.”

Bu ilem de öncekilerin devamıdır. Daha ince bir göz ve gözlüktür. Allah’ın rahmetinin sınırsız nevilerini tartmak için ölçüler, mizanlar taşır insan. Bu şekilde O’nun rahmetinin inceliklerini görür. Görülen, işitilen ve tenavül edilen varlıkları ancak kendindeki cihazatlar ile tartar hem farkeder hem farkettirir.

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Kainatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfiyi açan ene namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kainatın da kapıları açılıyor. Evet, Cenab-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki, Cenab-ı Hakkın rububiyetine ait evsafı bilmek için mevhum, farazi bir vahid-i kıyasi yapsın.” 
Bu ilemde de insanın bir anahtar olduğunu alemin sırlarını gözleyebileceğini anlatır. İnsan Allah’ın en büyük sanatı olan alemin anlamını ona verilen ene, benlik anahtarı ile çözer. Bu dört ilem insanın ilahi hazineyi yansıtan bir gösterge olduğunu ifade eder. Bediüzzaman bir bahsi farklı yerlerde birbirini tamamlar şekilde anlatır. İnce ve derinlikli bir bahistir. Mutasavvifenin çoğunun boğulduğu bir uluhiyyet vadisidir. Bediüzzaman okyanusta ıslanmadan yürür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum