Alaaddin BAŞAR
Hepsi O’nun
“Mâlikiyet mertebe-i uzmâsı tevhid-i âzam sûretinde O’nundur.” Mektûbat
Mâlikiyet: Bir mülkün sahibi olma; onda istediği gibi tasarruf edebilme keyfiyeti. Onu dilediği gibi evirip çevirebilme, başkalarına satabilme ve dilediği anda onun varlığına son verebilme yetkisi.
Biz kendimize mâlik değiliz. Çünkü, kendimize sahip değiliz.
Ticaret, veraset, bağış ve emanet. Bir mülkte tasarruf edebilmenin dört şartı.
Biz ne bedenimize, ne onu kuşatan hava tabakasına, ne ayak bastığımız yer küresine, ne güneşe, ne aya hakiki sahip olamayız. Bunları satın aldığımız, hayâlimizden bile geçemez.
Bunlar bize ebeveynimizden de miras kalmadı. Öyle ise bizim mâlikiyetimiz, son iki maddeye dayanıyor:
Bağış ve emanet. Bir diğer ifadeyle, lütuf ve imtihan.
Bizi Rabb-ül-âlemin terbiye etti. Önce âlemleri yarattı, onları bizim terbiyemize, bizim istifademize en uygun hâle O getirdi. Sonra o âlemlerden bizi süzdü...
Öyle ise O’nun bizim üzerimizdeki mâlikiyeti, “Rububiyet”e dayanıyor...
Ruhumuzu o yarattığı gibi bedenimizdeki bütün hücre taşlarını da O yarattı. O halde, O’nun bizim üzerimizdeki mâlikiyeti, “Hâlıkıyet”e dayanıyor...
Hergün, O’nun kâinatından, yine O’nun kudretiyle, hikmetiyle süzülen rızıkları yiyor, onlarla besleniyoruz. Demek ki, O’nun bizim üzerimizdeki mâlikiyeti, “Rezzâkiyet”e dayanıyor.
O’nun bu kâinat nizamı için koyduğu bütün kanunlara harfiyyen riayet ediyoruz. Biz o kanunların mahkûmuyuz. Yemeden yaşayamıyor, havayı emmeden edemiyor, gözümüzü açmadan göremiyoruz. O halde, O’nun bizim üzerimizdeki mâlikiyeti, “Hâkimiyet”e dayanıyor.
Daha nice cihetlerden, biz O’nun mülküyüz, O bizim Mâlikimiz. Biz, elimizin altındaki eşyaya, yahut bedenimize takılan cihazlara sahip çıkarken, bunların bize emanet verildiğinin idraki içindeyiz. Ve yine bunlardan imtihana tâbi tutulduğumuzu, zamanı gelince hepsinin elimizden alınacağını biliyoruz.
Bütün bunlar bir yönüyle bizimdir, diğer yönüyle değil.
Tabiattaki varlıklara dağıtılan bütün dallar, kollar, gezegenler, bütün gözler, kulaklar ve bütün duygular, kuvvetler hem onların, hem de değil. Herşey emanet.
Bir ağacı şuurlu kabul etseniz, “Şu dal benim,” diyecektir. Haklıdır. Onun bu sahip çıkışı, o dalın başka ağaçtan değil, kendinden çıktığı mânâsınadır. Ama, Allah o ağacın da, o dalın da Hâlıkı, yaratıcısı. O ağacı kâinattan O süzmüş, toprağı ona saksı yapmış, onu havayla kuşatmış.
Semâdan yağmuru ve ziyayı ona O gönderiyor...
Demek ki, ne tarla bizim, ne dal ağacın, ne balık denizin, ne yıldız semânın, ne kanat kuşun, ne saçlar başın, ne orman dağın...
“Mâlikiyet mertebe-i uzmâsı tevhid-i âzam sûretinde O’nundur.” Mektûbat
O, tek Mâlik ve tek Hâlık.
Görünen ve görünmeyen bütün âlemler ve içindekiler hep O’nun mülkü. Halk ve inşasında hiçbir nesneyi kendi keyfine bırakmamış. Herşeyi, mutlak iradesiyle, dilediği gibi yaratmış. Ne güneşi yaratırken semâya, ne dünyayı yaratırken güneşe, ne canlıları yaratırken dünyaya danışmış. Mahlûkatında dilediği gibi tasarruf etmiş ve ediyor.
Dilediğine can vermiş, dilediğine yarı can.
Bir kısmını göklerde uçurmuş, bir kısmını yerlerde süründürmüş.
Dilediğinin önüne et koymuş, dilediğininkine ot.
Birine denize girmeyi yasaklamış, diğerine denizden çıkmayı.
Kimine kol vermiş kanat vermemiş, kimine kanat vermiş kol vermemiş.
Bir kısmını iki ayaklı yapmış, başkalarını dört, altı, yahut kırk ayaklı...
...
Karınca kaç ayaklı olduğunu bilmez, ama tökezlemeden rahatlıkla yürür. Sindirim sisteminden haberdar değildir, ama yediğini kolaylıkla hazmeder.
Hayvanlar âlemi hakkında sadece insan birşeyler bilir. O bilgi de onların hiçbir işine yardımcı olmaz. Hayvanlar bir tarafa, insan bile kendi iç işlerine karışabiliyor mu?..
Şu beden fabrikası sıhhatle çalıştığı müddetçe ondan haberimiz bile olmuyor, haricî işlerin peşinden koşuyoruz. Ancak bir arıza hâlinde doktorun kapısına varıyor, onun tavsiye ettiği ilâçları alıyor, iğneleri vuruluyoruz.
Sonra?..
Bekliyoruz.
Bütün canlıların kendi iç işlerine karışamadan uçmalarına, koşmalarına, sürünmelerine, yüzmelerine birden bakabilsek, bu mülklerin tamamında bir tek Mâlik’in tasarruf ettiğini bütün berraklığıyla görürüz.
Güneş O’nun nurundan aldığı feyzi aktarmakta. Ağaç, O’nun hazinesinden takılanı uzatmakta.
Bu kâinat tablosunda semâlar, ormanlar, deryalar, ovalar, bitkiler, hayvanlar hep o İlâhî kudret kalemiyle çizildikleri gibi, bütün hayatlar, hissiyatlar, lâtifeler de yine o kalemin nakışları. Şu var ki, bu ikinciler bir derece perdeli. Zira bedenlere değil ruhlara işlenmişler.
Herşey nakış ve hepsi O’nun eseri.
Allah Mâlik, herşey mülk.
Mülkün kuvvetinden mi bahsedilir?..
Mülk ancak kudrete mazhar olur, o kadar. Tabiattaki kuvvetler, kasadaki altınlar gibi. Ne kasaya “zengin” denilir, ne tabiata “kadîr”.
Bedenimiz tabiattaki elementlerden bir demet. Kuvvetimiz ondaki kuvvetlere bir misâl.
İnsan yeni ayak bastığı bu harika âlemi fikren gezip dolaşır. Her sanat eserinin önünde durup, uzun uzun düşünür. En büyük eser bizzat kendisi olduğu için, en fazla kendisini inceler, en çok kendisiyle başbaşa kalır.
İnsanoğlunun kendi bedenini öğrenmesi ne kadar ibretlidir!.. Bu mevzuda yaptığı her araştırma, sorduğu her soru onun kulağına şu hakikatı fısıldar:Bu beden mülkünün sahibi sen değilsin.
Gece uyku nimetine dalıp kendini kaybettiğin gibi, gündüz de dünya nimetlerinin peşinden koşmakla kendini unutuyorsun. Ama, bedenindeki sayısız icraattan hiçbiri ihmal edilmiyor.
Zaten kim kendi işini kendi görüyor ki?
Ağaç mı kendi iradesiyle büyüyor? Dünya mı kendi keyfince dönüyor? Tarla mı dilediği mahsulü veriyor? Güneş mi istediğini aydınlatıyor? İnsan mı gençlikten ihtiyarlığa kendi arzusuyla gidiyor?
“Mülk O’nun ve O, mülkünde dilediği gibi tasarruf ediyor...”
İki dal
Birisi elindeki bıçakla bir dalı çizer, bu arada yanlışlıkla parmağını da yaralar. O andan itibaren bir İlâhî tedavî ile her iki yara da iyileşmeye doğru adım adım ilerlemeye başlar. Tedavi görmede insanla ağaç yanyana gelmiş, Mevlâlarının lütfuna sığınmışlardır...
Mülk O’nun. O’nun bir kulu, O’nun yarattığı iki dalı birlikte yaralamış. Şu farkla ki dallardan biri ağaca takılı, diğeri o kulun kendi koluna...
...
Konunun bir başka ciheti:
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “lehü’l-mülkü”nün izahında “Mülk umumen O’nundur” buyurur ve şöyle devam eder: “Sen hem O’nun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun.”
Memlûk, mülk edinilmiş demektir; kölelere de memlûk denilir. Buna göre, zengin-fakir hepimiz hem mülküz, hem de memlûk.
Zenginlerin fakirlere sadaka vermeleri ve onların imdadına koşmaları bir memlûkün diğer memlûke yardım etmesi demek oluyor.
Ve bu hâl, bütün mülk ve melekût âlemlerinin yegâne mâliki olan Allah’ın lütfunu ve rahmetini celbediyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.