Mustafa ORAL
Hızır’la Kırk Rüyâ
Sidre rüyâsında cilalı kayalıkların eğelediği, cerahatli deniz sularının sınırını çizdiği, ada gibi büyüklü, küçüklü aynamsı camların çevrelediği kıl çadırda ney sesiyle raks ediyordu. Ruhu bir deniz gibi kâh kabarıyor, kâh çekiliyordu.
İçinde donmuş dalgalar vardı. Aynamsı camlara baka baka bu dalgaları buharlaştırmak istiyordu. Ne var ki her aşk ilişkisinde rastlanan türden bir aceleciliğe düşmekten de kendini alamıyordu.
İşte o dalgalar Sidre’nin rastladığı ilk camda çözülüverdi. Dalgalar çözülürken, Sidre camı buzdan bir cam olarak görmeye başladı. O zaman cam, yüzündeki toz, künge ve çizikleri gizledi, kalınlaştıkça kalınlaştı.
Şimdi Sidre kıl çadırdaki onlarca camdan sadece o camı görüyor, onun yüzünde ne var, ne yok, umursamıyordu. Bir sarhoşluktur alıp gidiyordu Sidre’yi.
Sidre ne zaman sonra ayıldı. Kendini camın kıblesinde secde eder halde buldu. Alnında cam izleri, kalbinde can ağrıları vardı. Bir şeyler hatırlamaya çalıştı. Neden sonra hatırladı. Özü, toprak ve ateş olan cam Sidre’yi yalımları ile bütün gece yalamış, alazdan geçirmişti. Hani her aşkta sevilen seveni er yada geç kendine benzetir ya, Sidre de aşkın ateşinden geçe geçe sanki bir cama dönüşmüştü.
O gün Sidre ilk defa ateşin yalımlarıyla tanışmanın onuruna kabuk attı. Buzların altındaki topraklar gibi çözüldü. İçindeki donmuş dalgalar Sidre’ye derinlik ve enginlik kattı. Dalgalardan bazı parçalar secde ettiği camda birkaç gözenek oluşturdu. Gözenekler Sidre’ye göz oldu. O gözeneklerden seyretti alemi bir zaman. Sonra o gözler yanmaya başladı. Gözenekler önce göz, sonra yana yana köz oldu.
Közler camda uzaktan bakıldığında minik ada ülkeleri gibi gözüken suretler oluşturdu. Cam, güneş yanıkları misali közleri olan çerçeveli antik bir aksesuara döndü. Sidre korku ile coşku arasında gidip gelmeye başladı.
Evet, evet camın yüzündeki közler Sidre’den birer parçaydı. Yani cam Sidre gibi basbayağı topraktı. Sidre gibi topraktan geliyor, toprağa gidiyordu. Oysa Sidre çok sonraları anlayacaktı, bütün canlar gibi, bütün camlar topraktan gelse de, hiçbir cam, ne bir toprağa, ne de topraktan yaratılan herhangi bir şeye ne can, ne de canan olabilecektir.
Sidre kendini ayılmış ve pişmiş hissetse de, hala ham, hala sarhoştu. Cam konusunda hissettiği ve düşündüğü şeyler de bunu gösteriyordu. Güya Sidre’ye göre cam, Sidre’nin canından bir can taşımaktaydı. Bu karşılaşma tesadüf olamazdı. Her şey ne kadar olağan üstü, her şey ne kadar imkânsızı mümkün kılacak şekilde işliyordu.
Hayır, bu durum tek yönlü bir etkilenmenin sonucu olamazdı. Bu bir karşılıksız aşk olamazdı. Bu işte camın da gönlü olmasa, cam niye taksın Sidre’nin sevdiği takıları taksın boynuna? Niye Sidre’nin sevdiği makamlarda gülsün? Niye hep Sidre’nin hoşlandığı şeyleri yapsın? Hayır, bu işte bir aşk vardı.
Sidre bunları düşünürken, hayretler içinde büyüdü, büyüdü. Her şeyi olduğundan farklı görmeye başladı. İş cama gelince, o gözler daha da büyüdü. O büyük gözler sanki bir büyüteç oldu. Bu sefer cam gözünde büyümeye başladı. Dayanamadı. Tekrar cama alnını koydu. Uyku ile uyanıklık arası bir salıncakta durdu. Uykunun beşiğinden rüyâların eşiğine gidip geldi.
Güneş bir kandil gibi dünyayı aydınlatadursun, bu kandilden Sidre’nin payına düşen sadece ateşti. Güneş onun için bir ateş sofrası oldu. Cam ateşi yedikçe, camın sıcaklığı arttı. Sidre’nin alnından başlayarak bütün vücudu kavruldu. Cam bir büyüteç gibi Sidre’yi yaktı, yaktı.
Sidre ateşin harı ve hararetiyle hemen elma ağaçlarının ardında siper aldı. Buradan camı bütün çıplaklığıyla görebiliyordu. Bir süre sessizce bekledi.
Sessizlik biraz sıkıntı, biraz da korku verdi. Sıkıntısını dağıtmak ve korkusunu gidermek için camla ilgili hayaller kurmaya başladı. Biraz rahatlayınca küçük bir ateş yaktı. Heybesinden cezveyi çıkardı. Biraz su doldurup, ateşe sürdü. Bakır tasa bir dal ada çayı koyup, suyun kaynamasını bekledi.
“Adada, ada çayı içerken camı izlemek çok güzel olmalı. Hele bir de tütün varsa yanında”, diye geçirdi içinden. Elini beline attı. Gümüş tabakayı açtı. Aaa, tütün kalmamış.
İç geçirdi. Bir çare düşünmeye başladı. Yerdeki kurumuş elma yaprakları gözüne ilişti. Tamam, dedi, tütün yoksa da elma yaprakları var.
…Elma huridir, yaprakları hülle.
Elma Havva’dır, yaprakları urba.
Dokunma elmalara, yapraklara Mustâfa…
Elma yapraklarından bir sigara sardı. Bu arada su kaynamıştı. Ada çayını hazırladı. Bir yudum aldı. Yuttuğu bir yudum çay değil de, sanki çayların içine döküldüğü ab-ı hayat sunan bir deryaydı.
Kendinden geçer gibi oldu. Kendini hayalinin eline teslim etti. Hayali bir sokak kedisi gibi oradan oraya getirip götürdü Sidre’yi. Gökyüzündeki hava zerreleri gibi, zerrelerine kadar o gökten bu göğe, o esirden bu esire gidip geldi. Gökte her hali, sözü ve fiili kaydeden esir menzilleri ona camın üstündeki kabarcıkları hatırlattı. Gökteki esir menzilleri onu esir etti.
O esirlik ona yine esriklik verdi. Sarhoş oldu. ‘Ben artık aştım’ demesine rağmen, camı düşünmeye devam etti. Güya aynamsı cam, her şeye rağmen bir gün Sidre’yi anlayacak ve ona teslim olacaktı. “Seni seviyorum. Sana döndüm. Senden başka kimseye dönmedim yüzümü,” diyecekti. Sidre ise ‘Hayır, sen beni çok yaktın. O ateşle biraz da sen yan’ diyecekti.
Hayaller, rüyâlar, dualar ve tevafuklar Sidre’nin beklentilerini artırdı. Kendini şaşırtan, şaşkın ve taşkın kılan olay, olgu ve nesneyle karşılamanın bir sonucu olarak, hiç bilmediği, görmediği, hissetmediği şekilde bir duygu deryasına daldı. O derya ona yepyeni bir ada oldu. O adada yanardağ gibi dalga dalga deprem dalgaları yaşadı. Dev ateşler püskürdü gözlerinden. Kâh duruldu, kâh kavruldu.
Kendini güneşli bir günde büyütecin altına tutulan bir kâğıt sandı. Nasıl ki güneşli bir günde, büyütecin altına tutulan kâğıt bir zaman sonra aniden yanmaya başlarsa, öyle yanmaya başlayacaktı sanki. Yerli yersiz ortaya çıkan ateş dalgaları buna işaret ediyordu. Evet, dalgalar Sidre’yi bir yangına çağırıyordu.
Ne zamandır, adada dağ gibi cesur, korkusuz, kendi halinde, huzurlu bir şekilde yaşayıp gidiyordu. Ne zaman camlar aklına düşemeye başladı, ne zaman aşktan aşka düşmeye başladı, o zaman saçına aklar düşmeye başladı, o zaman birden o dağ bir kağıt oluverdi.
Sanki camlar güneşli bir günde onun üzerine tutuluverdi.
Sanki o cama tutuldu.
İşte şimdi güneş demini, cam harını bulmuş; tahtadan saraylar ve üstüne gece bakışlarında mum damlamış resimler misali Sidre’yi yakıyor, yakıyordu,
Kilden örülmüş, enikonu, hepi sonu fena ve fanilik olan cam Sidre’yi bir zaman kağıt gibi yaktı, yaktı.
Bu sarhoşluk ne dayanılmaz bir yangındı. Sidre kendini ne kadar güçlü hissederse hissetsin, camın kendinden emin tavırları onun dağ gibi cesaretini ezip geçti. Bütün varlığını ateşe verdi. O ateş harman oldu. Sidre’den geriye mavi bir duman kaldı.
Sidre duman duman şiirler okumaya, yanık yanık türküler söylemeye başladı. Bir cam ancak bu kadar duygudan yoksun, bu kadar zalim olabilirdi. Bir cam kendine uzatılan sese ancak bu kadar kayıtsız, bu kadar yankısız kalabilirdi. Bir cam özünde bir davet olan aşka ancak bu kadar ilgisiz, icapsız kalabilirdi.
Ada çayından bir yudum daha çekti. Hayır, bir gün mutlaka o cam bana dönecek ve ben onu bu çay gibi onu içime çekeceğim, dedi. Bu ihtirasla mı, arzuyla mı, yoksa bir şeyleri önceden kestiriyor olmanın huzurlu hali ile söylenmişti; anlamak zordu.
O kâh ihtiras, kâh haz hallerine sık sık düştüğünden ihtiras ve hazzın arasında bir köprü olan arzu da düşünüldüğünde her üç durumda da söylenmiş olabilirdi bu sözler. Yine de camın kendisini anlamasını sağlamak için yaptığı jestleri, kurları, zarf atışları, hasılı bir yığın rezaleti yenilgi hanesine yazmayı ihmal etmedi.
Bunları asla unutmayacaktı. Beresini çıkarttı. Bu hissiyatını simgeleyen bir karanfili küpe gibi kulağına taktı. Eskiden böyle miydi ya... Camla karşılaşmadan önce o unutkanlık nedir bilmezdi. Ancak çok mühim durumlarda tedbir olsun diye yüzük parmağına ip bağlardı. Ne zaman camla karşılaştı, o zaman başladı unutkanlık. O zaman doğdu bu parmağa yüzük takmak hevesi. Neyse, neyse, dedi.
Cama bağlandığı günden beri yüzüklerine ip bağlamaz oldu. Ne yaparsa yapsın, nasıl olsa ondan başka her şeyi unutacaktı.
Killi toprağın üzerine uzandı. Üstüne hırkasını örttü. Dizginlenmişti bir kere. Dizlerini göğsüne çekti. Her şeyi sineye çekmeye hazırdı. Dizleri, dizeleri, ezgileri sineye çekmeye hazırdı.
Bir yandan yanıyor, bir yandan soğuk terler atıyordu. Elleri titriyor, gözleri seğiriyordu. Dili damağı kuruyor, burnu akıyordu.
“Aşk” işte böyle bir şey, dedi kendi kendine. İnsan nezle olunca, nasıl ki burnunu çekip durmaktan kendini alamıyorsa, âşık olunca da aşkını gizlemeyi beceremiyor. Aşkını itiraf etmeden duramıyor. Ne kadar bastırırsa bastırsın, öyle bir an geliyor ki, birden bire bir yanardağı gibi patlayıveriyor.
İçindeki yangının harını belki saklıyor ama gözlerinden duman duman tüten gözyaşlarını gizleyemiyor. Güneş balçıkla sıvanmıyor. Aşk kat kat yalnızlıkları örtünerek gizlenmiyor.
Daha neler, neler dedi kendi kendine.
Böyle kendi kendine konuşurken, kendinden geçer gibi oldu. Az sonra çok sesli bir rüyânın içinde buldu kendini.
Sidre Hızırbey Camiinin avlusundaydı.
Kırklareli, Hızırbey Camiinden ibarettir.
Caminin mihrabı Abdülhamid Oruç, minberi Hasan Kiraz’dır.
Caminin saati Sedat Kuranlı, saatçisi Mü’min Özkan’dır.
Medrese-i Nuriye’dir Hızırbey Camii.
Şakirlere müzahirdir Oğuz Kiraz abi.
Can Kayacanlar, Yakup Işıklar, Zekeriya Gürler, Fatih Kirazlar Kırklareli’nin rahlesinde Risale-i Nurları okumaktadır.
Yirmi yıldır görmüyordu Hızırbey Camiini. Camii ne kadar da çok değişmişti.
Günlerden 1 Nisan’dı. Camide “Barlacağzım” için mevlit okutuluyordu. Hızır Beyin komutasında Zübeyirler, Sungurlar, Tahiriler, Asımlar, Albay Hulusiler, Binbaşı Re’fetler saf tutmuştu.
Cami avlusunda boy boy ağaçlar, soy soy kuşlar vardı. Çeşit çeşit çiçekler, renk renk çocuklar vardı. Ortada kırk musluklu bir şadırvan, şadırvanda bir şair ve kırk çocuk vardı.
Şair ve çocuklar abdest alıyorlardı. Şadırvanda kırk gümüş musluğun her birinin başında Kabe’deki “Yedi Askı” şiirlerini hatırlatan “Hızır’la Kırk Saat” şiirlerinden birer şiir nüshası vardı.
Şair ve çocuklar abdest aldıktan sonra kendi paylarına düşen şiirleri ezberliyorlardı. Bir zaman sonra şadırvandaki şiir seslerine minarelerin içinden çalkalana çalkalana gelen bir ses katıldı: Ey örtülere bürünen! Kalk. Kalk ve uyar.
Sidre uyandı. Titriyordu. Alnı bir şadırvandı sanki. Domur domur terler akıyordu yüzüne. Dünya Sidre’nin alnından akan terlerle abdest alıyor, arınıyor, arınıyordu.
Sidre elden, ayaktan düşmüştü sanki.
Biraz kendini toparlayınca rüyâyı hatırlamaya çalıştı.
Ona rüyâda seslenen kimdi?
Rüyâdaki sesin uğradığı yerler nasıl da yeşilleniyordu öyle?
Sidre hayatın hangi mertebesindeydi?
Rüyâdaki ses hayatın hangi perdesinden sesleniyordu ona?
O şair kimdi, o çocuklar neydi?
Şair ve çocuklar ne demek istiyordu ona?
Sahi, kimi uyaracaktı?
Biraz hatırlar gibi oldu. Rüyâdaki ses yeşil gözlü bir adamdı. Ona cam şerefeli minarelerin ardından sesleniyor ve bir çınar ağacına işaret ediyordu.
Sidre cezveyi, ada çayını ve şekeri heybeye koydu. Ayağa kalktı. Adadaki Hızırbey Camisine yürümeye başladı. Artık gözü kimseyi görmüyordu. Camiye yaklaştı. Cami camdan yapılmıştı. Cam kapıdan avluya girdiğinde gözlerine inanamadı.
Aşığı olduğu cam bir çınar ağacına yaslanmış uyukluyordu. Endişe verici bir durumda ağaçlardaki kuşlar göğe dağılıverir ya… Camı orda görünce Sidre’yi de bir şaşkınlıktır aldı. Aklı başından kuşlar gibi uçtu. Ne yapacağını, nerelere gideceğini bilemiyordu.
Neden sonra ikindi ezanı okunmaya başladı. Kendini toparladı. Bu hal, ezan okunurken kuşların minarenin çevresinde toplanıvermesi gibi bir haldi.
Cama doğru yürümeye başladı. Camın yanına vardı: Ey uykulara bürünen! Kalk!
Cam uyandı. Hafif pembe bir renk yüzünü aydınlatıyordu. Sidre, camın uyandığından iyice emin olduktan sonra, hiçbir hüzün, endişe ve korku belirtisi göstermeden rüyâsını anlattı.
Boy boy ağaçları, soy soy kuşları, çeşit çeşit çiçekleri, renk renk çocukları, şadırvanı, şadırvandaki şairi, “Hızır’la Kırk Saat” şiirlerini, rüyâdaki sesin kendisi ile camı birbirlerine eşitleyip, denk hale getirdiğini, birbirine eş ve denk, birbirinin dengi haline getirdiğini anlattı, anlattı, anlattı.
Cam gülümsedi. O an cam gülüyor muydu, ağlıyor muydu? Camın yüzü çiçek miydi, çilek miydi?...
Sidre bunlarla ilgilenmiyordu artık.
Cam hala gülümsüyordu. Niye gülüyorsun?, dedi Sidre. Anlattığın rüyânın aynısını bende gördüm, dedi cam koltuğunun arasındaki “Hızır’la Kırk Saat” şiirlerini Sidre’ye uzatarak.
Camın sesi kuşlar gibi cıvıl cıvıldı. Sidre bir an için bir kuş olup göklere uçmayı, bir sır olup, Hızır gibi gözden kaybolmayı içinden geçirse de, bir zamanlar camın kendisini ne kadar da çok kırdığını hatırlayıverdi.
Sükût etti. Bir şaşkınlık ve taşkınlık belirtisi göstermedi. O an anladı ki artık içindeki camı kırmış ve güneşe bir adım daha yaklaşmıştı. Ben şişeyi çaldım taşa, fani cihanı neylerem, dedi.
Sidre cama uzun uzun baktı. Cam şaşkındı. Pembe yüzü buz mavisine dönmüştü. Eli ayağı titriyor; ne yapacağını, nereye dayanacağını bilemiyordu.
Sidre onun her halini inceden inceye izledi. Her halini ezberledi. Bir öğrencinin sınav bitince bildiği her şeyi unutması gibi buradan çıkışta artık camı unutacaktı. Camla ilgili ardında hiçbir iz bırakmayacaktı.
Omuzlarına kadar inen saçlarına dokundu. “Bedenimdeki hücrelerin ölümünden bana kalan şu saçlarımdır. Benden bana kalan da sadece kendimdir”, dedi belli belirsiz.
Bir derviş hüznüyle ayaklanmıştı ki başını bir kirişe vurdu. O zaman anladı kıl çadırın içinde olduğunu. Başı dönüyordu. Dünya dönüyordu. Güneş dönüyordu.
Buraya nasıl bir dalgınlık hali ile geldiğini hatırlayamaya çalıştı. Hangi ağrı onu bu hale getirmişti. İçindeki hangi ses, ona bir yankı arama arzusu vermişti.
Gözlerini bir süre açamadı.
Başındaki ağrı birazcık diner gibi oldu. Endişelendi. Endişesi bir noktadan sonra korku ve paniğe dönüşecek türden değildi. Olsa olsa onu biraz aceleciliğe sevk edecek, belki ona birazcık sakarlık yaptıracaktı.
Çadırdan çıkmak üzere tekrar ayaklandı. Dengesini yitirdi. Tesbih çiçeklerinin üstüne düştü. Raftaki biblolar da yere düştü, parçalandı. Biblolardan bazısı su testilerinin üzerine düştü. Onlar da çatladı. İçlerindeki sular gevrek gevrek yere yayıldı.
Tekrar ayağa kalkmayı denedi. Bu sefer de başı gümüş çerçeveli bir cama çarptı. Cam kırılırken, Sidre’nin başında şimşekler çaktı. Bütün azaları aydınlandı.
Bütün alem aydınlandı. Sidre camdan öte bir ayna oldu.
Bütün camlar, bütün canlar onda buluştu.
Bütün camlar can, bütün canlar canan oldu.
Bütün camlar, canlar, cananlar onda yankısını buldu.
Bütün alem ona göründü, bütün alem onda göründü.
O anda aynada rüyâdaki ses göründü. Ses sükutun dilinde konuştu, konuştu:
Kendini kendisinde seyrettiğin o cam güç ve kudret sahibi bir varlık değildi. Aşk kadar gücü ve kudreti içinde bulundurmuyordu. Onun yüzünden başına geldiğini sandığın hiçbir şey onun marifetiyle olmuş şeyler değildi. Senin düştüğün yalnızlıklarda, sarhoşluklarda, acılarda, hüzünlerde onun hiçbir tesiri yoktu. Onunla bilmeye, onunla görmeye başlamadın. Onunla konuşmaya başlamadın. Onun sayesinde lâl kesilmedin. Üstelik o aynamsı cam, çadır duvarına astığın camlar içinde gördüklerinin en iyisi değildi. Sana en layık olanı değildi. Onun senin için yaratıldığını düşünecek kadar sana yakın olan biri değildi. Ne o senin için yaratıldı, ne sen onun için yaratıldın. O sadece gördüğün ilk camdı. Onda gördüklerin ise başka sırça saraylardaki görüntülerdi.
O halde o camı kırmalıyım, dedi Sidre.
Rüyâdaki ses cevap verdi:
Ondan geçtiğine eminsen, ellerini gözlerine sür. Gözündeki perdeleri kaldır. Sonra gidip yüzüne dokun. Yüzündeki perdeleri kaldır.
Sidre ellerini gözlerine sürdü. Daha bir aydınlandı dünya. Ardından yüzünü camın yüzüne döndürdü.
Cam...
Cam bir uykudan uyanmış, gözleri mahmur…
Cam bir sarhoşluktan ayılmış, sözleri mahur...
Sidre parmaklarıyla camın yüzünü ovdu, ovdu. Yüzüne bir sürü tesbih okudu, okudu. Saçlarına bir demet tespih çiçeği saçtı, saçtı. Cam maveralarda döndü, döndü. Buğulu bir ses, karanfil kokulu bir ten dünyayı sardı. Dünyalar, dünyalar içine girdi. Bütün dünyalar bir âlem oldu, camda buluştu.
Camın içinde altunî camdan bir köprü göverdi. Köprünün sonunda sonsuz denizlerin ortasında ada ada altından saraylar, sarayların çevresinde ada çayları, ada çaylarının kıyılarında, köşelerinde tesbih çiçekleri göründü.
Sidre köprüye çıktı. Rüyâdaki sese doğru yürümeye başladı. Ardında sesler duydu. Arkasına baktı. O cam yüzlü, ela gözlü yar “Hızır’la Kırk Saat” şiirlerini okuya okuya peşinden geliyordu. Hızırbey Camii avlusunda cam ona nasıl gülümsemişse, şimdi Sidre de cama öyle gülümsüyordu.
Rüyâdaki ses tekrar göverdi: Ve döner şeyhini irşat eder, şeyhinin şeyhi olur. Aşk kimi irşat etmemiş ki.
Cam, Sidre’ye yaklaştı, yaklaştı. Yüzüne dokundu. Cam aşka dokundu. Cam Sidre’ye dokundu. Bütün camlar, bütün canlar, bütün cananlar Sidre’ye, sonsuzluğa dokundu. Bütün âlem sidretül müntehaya, sonsuzluğa dokundu. Bütün âlem sonsuz oldu.
Sidre uyandı. Başucunda Mesnevi-i Nuriye Risalesi, onun üzerinde sağ yüzük parmağının gölgesinde “Ve döner, şeyhini irşat eder ve şeyhinin şeyhi olur...” cümleleri uzayıp gidiyordu.
Mustafa, Sidre’de uyandı…
Baktı, Barla uçsuz bucaksız bir dünya…
Baktı, Barla camsız, ağrısız bir dünya…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.