Mustafa AKCA
Hür Adam yaranamamaya devam ediyor
Dücane Cündioğlu… Sevdiğim ve uzun zamandır takip ettiğim, son dönemde hayli popüler olmuş kafası çalışan bir beyin. Bu zehir gibi adamın bir Hür Adam eleştirisi olmayacak mı derken tam doksana çakmış; filme vermiş de veriştirmiş. Üstadın filmde düşürüldüğü durumlara razı olamamış. Üstad hazretlerine bazı şeyleri nasıl yakıştırmış diye yönetmene fazlasıyla yüklenmiş. Gerçi yazısı bir film eleştirisi olmaktan daha çok bir hiddet ve ‘beğenmedük’ beyanı kıvamında kalmış. Anlaşılan Hür Adam sevgili Dücane’ye de yaranamamış!
Film gösterime gireli iki hafta oldu; sevgili Dücane yoğun iş programından eli ancak değmiş, filme pek de “sanatsal” ve “adâb-ı muaşeret” yönünden yaklaşılmadığını anlamış ve bu boşluğu dolduracak “seviyeli” bir eleştirel metin hazırlamış.
Öncelikle sevgili Dücane’nin Risaleler –dolayısıyle Bediüzzaman- hakkındaki genel fikrini kendi ağzından dinleyelim:
“Hâsılı, benim nazarımda, Resâil, Kur'an'ın kısmen mantukunu ve cümleten mefhumunu tefsir eder amma bir 'tefsir kitabı' değildir, olmasına da lüzum ve ihtiyaç yoktur. O kendi suretiyle, kendi hakikatiyle muhterem ve muhteşemdir.”
Görüleceği üzere, sevgili Dücane, Metin Karabaşoğlu’nun bir yazısında belirttiği gibi “Meselâ Dücane Cündioğlu’nun, onbeş yıl önce Bilgi ve Hikmet dergisine yazdığı ‘hermenötik tefsir’ üzerine bir makalede, durduk yerde Bediüzzaman’a da lâf iliştirir iken, son yıllarda Bediüzzaman’ı entellektüel bir dikkatle okuma lüzumuna dikkat çeken yazılarını görmek sevindiricidir” diye takdir ettiği insaf ve izan sahibi, hakkı teslim eden kimselerden. Bunun böyle bilinmesi bana göre önemlidir. Onun Hür Adam hakkında yazdıklarında bir entelektüel kaygı ile beraber müslümanca bir duyarlılık ve yakınlık olduğunu düşünüyorum. Esasında Onun yazısında belirttiği hususları insanların pek çoğunun fark ettiklerini söylemek mümkün. Fakat endişenin ifade dili önemlidir ve insanlar kaybedilen şeyin ne olduğuna karar verdikten sonra her şeyde onu aramaya başlıyorlar.
***
“Hür Adam... En çok bir ilkokul müsameresi kıvamında”… Sevgili Dücane, olaya bodoslama dalıp filmin oldukça önemli kesimlerinde müsamere havasından çıkamamış sahneler sebebiyle bir kalemde silivermiş her şeyi. Filmin sermayesi ideolojik olmak imiş; çünkü gücünü inançtan alıyormuş. Sevgili Dücane’nin sözüne bakarsak filmde anlatılanlar aslında ideoloji gereği –senaristler ve Nurcular böyle inandıkları için- olmuş, Bediüzzaman denilen şahıs bunları yaşamamış, yaşamış olsa da aslında böyle olmamış. İdeolojik kaygılar sebebiyle senaristler durumu böyle göstermişler. Ajitasyon yapmışlar.
“Peki ya içerik ve biçim'in hakkı? Anlatan'ın veya anlatılan'ın değil, bizatihi anlatımın kendisi?”… Anlatımın kendisi hiç de iyi olmadığı için kötü bir film olmuş!
“Amacı sırf ulu bir kişiyi veya konuyu daha da yüceltmek olduğu için, yönetmen/yapımcı, seyirciden de aynı inançla, aynı duyguyla ortaya koyduğu eseri yüceltmesini bekler.” Yönetmenimiz ve senaristler, anlaşılan o ki ulu kişimizi yüceltmek için ellerinden geleni yapmışlar ve seyirciden de onu illaki beklemişler. Bu illaki de böyle olacaktı, zaten sevgili Dücane de bu böyle olmuştur diyor.
Şunu anlamamız lazım ki Sevgili Dücane filme bir “sanat eseri” olarak bakmakta ve sanat endişesi içeren bir bakış sergilemekte. Buna itiraz edilmez ve edilmemeli. “Hür Adam'ın içeriği de, biçimi de fevkalâde zayıf ve yetersiz.” diyor. Nasıl yani diye soracak oluyoruz, hemen örneklerini veriyor: “Rus komutanıyla olan sahne, Kemal Paşa ile görüşürken bacak bacak üstüne atmış haliyle bir âlimin gösterildiği sahne”… Aslına bakılırsa az bile sayıyor, şöyle okkalısından en azından onbeş tane daha saymak mümkün. Dalga geçmiyorum; ironi de yapmıyorum.
Bediüzzaman’ın bacak bacak üstüne atmış vaziyette göründüğü sahne için sevgili Dücane çok içerlemiş: “Elmalılı Hamdi Yazır'ı veya Babanzâde Ahmed Naim'i değil, Vahdettin'in Şeyhülislâm'ı Mustafa Sabri Efendi'yi bile mücerred "bacak bacağa atmış bir hâlde" tasavvur edecek bir tek iz'an sahibi düşünülebilir mi?” Ben de sevgili Üstad’ın bazen sigara içtiğini duyduğumda böyle bir halet yaşamış ve Üstad’a yakıştıramamıştım. Yok sigara içmemiştir, dil altına tütün almıştır diye uzun zaman kendimi teselli etmiştim. Ama durum böyle değilmiş. Sevgili Dücane de Vahdettin’in, Babanzade’nin ve diğerlerinin böylesi haller içerisinde olamayacağını düşünüyor. Mustafa Sabri Efendi bacak bacak üstüne atamaz diye hayal ediyor. Benim yaşadığım şaşkınlığı henüz yaşamamış, gerçekleri bir gün öğrenir ve o da aramıza katılır.
Yazının seviyeli bir eleştiri düzeyini yakalamış olmasını istemek sanırım okuyucunun hakkıdır; hele “agora”dan içeri girebilmiş bir adamdan beklemek daha bir hakkıdır. Sevgili Dücane’nin yazısına bakıyorum da rahatsız olduğunu ifade etmeye çabalayan ama çalakalem yazdığı için işi çorbaya döndürmüş birisinin salaşlığını görüyorum. Dücane’den filmin sanat yönüyle beraber sosyolojik ve tarihi yönünü de ele almasını, haklıya hakkını vermesini beklerdim. Köşesinde yer kalmadığı için bunları ileriki yazılarında görebileceğiz diye ümit ediyoruz.
Dücane’nin kaçırdığı bir şey var. Film Türkiye’nin entelektüel atmosferinde Risale-i Nur ve Üstad’ın ne kadar canlı ve güncel olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Cumhuriyetten veya Osmanlıdan konuşacaksanız, Bediüzzaman’ı muhakkak konuşmalısınız gerçeğini tekrar gözlere gösteriyor. Film dolayısıyla yazılmış yazılara bakıyorsunuz, illaki pek çok olumlu şey yazılıyor; sanatsal yönde eleştirel yazıların az sayıda oluşu göze çarpıyor. Cumhuriyet Gazetesi yazarları bile içerikten değil filmin konusu olan tarihi olaylardan ve kişilerden dem vuruyor. İnsanlar biliyorlar ki böyle bir filmin çekilmesi ve gösterime girebilmesi bile başlı başına bir kutuplaşma sebebi oluyor.
Senaristlerin de yönetmenin de elini kolunu bağlayan pek çok şey var. Koruma kanunlarından tutun, ülkede köşeleri tutmuş vesayetçi rejimin bekçilerinin baskısı var. Filmi salonlarına almayan ileri derecede yobaz sinema sahipleri var. Selahaddin E. Çakırgil: “Şimdi, Üstad’ın vefatı üzerinden 50 sene geçmekteyken, hele de kemalist-laikleri çileden çıkaran bir film ile yeniden gündeme gelmesi, son yüzyılın tartışılmasında yeni bir merhale olabilir…” diyor; Onun gibi söyleyenler ve düşünenler o kadar çok ki. Müspet Hareket etme prensibiyle talebelerinden ülkede kargaşa ve buhran çıkaracak her türlü hareketten kaçınmalarını ısrarla isteyen bir Üstad hakkında çekilmiş bir filmin çok yüksek düzeyde oluşturduğu uzlaşma ortamı; filmin dilinin sanatsal değil sosyolojik bir enstruman olarak kullanıldığını gösteriyor. Bediüzzaman’ı yakından tanımayan ve fikirleriyle hem hal olmayan kişiler için “müsamere” havası veren görüntülerin esasında “müspet hareket” fikri etrafında dönen pek çok nüansı içerdiğini bilmeleri pek mümkün görünmüyor.
Film ile ilgili izleyicilerin pek çoğunun dilinde şu meyanda yorumlara rastlamak mümkün: “Hür Adam filmine Bediüzzaman Hz.nin de düşmanı olan hile rejimi ve köle düzenini ayakta tutan Laik kafalar ve yazarlardan tepki gelmesini beklerken İslamcı yazarların, çizerlerin bu konuda rejimin bekçilerinden çok daha fazla gayret göstermeleri karşısında çıldırmamak mümkün değil. Sıkıntılarını, dertlerini, kaygılarını anlamak ise imkansız (Aslında imkansız değil.M.A.). Hür Adam filminin elbette senaryo,teknik ,teknolojik alt yapı, görsel efekt ve konu bütünlüğü anlamında eksiklikleri ve hataları olabilir. Ancak tüm bu eksikliklere rağmen ülkemizin sinema tarihinde rejimin İslama ve müslümanlara olan bakış açısını çok iyi analiz edip topluma anlatma gerçekliği ile hile rejimi ve köle düzenine karşı çıkıp İslamın kanunlarından taviz vermeden, insanlığın tek kutuluş kaynağı olan İslamın yüce ahlaki değerlerini her türlü baskı ve zulme karşı savunarak meteryalizme karşı tek başına mücadele eden Bediüzzaman Hz.lerini geniş halk kitleleri ile tanıştıran ilk sinema filmi olma açısından takdire şayan değil mi?”
Esasında feveranın özünde, Bediüzzaman’ı bir türlü içlerine sindiremeyen bir kısım “İslamcı” yazar taifesine karşı duyulan hayal kırıklığı var. Sevgili Dücane’yi bunlardan sayıyor değilim tabiî ki, yanlış anlaşılmasın. Fakat o da aynı gurubun kullandığı retoriği ve eleştirel yöntemi kullanıyor; bence hata ediyor.
Filmin belki de başka hiçbir filme nasip olmamış bir başka yönünden de bahsetmemek olmaz. Neredeyse bütün oyuncularının ve yönetmeninin ağlaya ağlaya çektiği bir film bu. “Ağlamaktan filmi çekemedik”; filmde, Nahiye Müdürü rolünde oynayan Halil İbrahim Kalaycıoğlu böyle diyor. “Bediüzzaman’ı daha önce tanımıyordum. Filme başlayınca ister istemez inceleyip tanımaya çalıştım ve hayran kaldım. Bu güne kadar bu tip insanların varlığına pek inanmıyordum, ama özellikle Risâle-i Nur’u okuduktan sonra Bediüzzaman’dan çok etkilendim. Filmin sonundaki “Ben insanların imanı için kendi hayatımı feda ettim, dünya zevklerinden vazgeçtim” cümlesini biz toplu okuyacaktık, ama ağlamaktan okuyamadık. En son Mürşid’e okutmuşlar.” diyor.
Şimdi hakikaten film hem ülkenin olağanüstü şartlarında çekiliyor hem de sette de olağanüstü dramatik anlar yaşanıyor. Bunun filmin sinematografyasına etki etmemesi mümkün mü? Hemen herkes gibi ben de ağlayarak çıktım salondan; film içinde kızdığım pek çok sahne olmasına, sevgili Dücane’nin eleştirdiği durumlara kızmama rağmen. Mürşit Ağa Bağ’ın söyledikleri bence çok mühim: “Film dikkatle izlenirse ve genel anlamda hata aramak için didiklenmezse verdiği mesajlar doğru anlaşılır” diyor. Bundan hem bize, hem de Dücane gibi bir kısım yazarlar taifesine çıkacak pek çok şey var. Didik didik ele alındığında hangi şey güzel gözüküyor ki; büyük resmi kaçırmamak ve insaf sınırlarını aşmamak gerekiyor.
Görülen o ki Hür Adam hiç de sanatsal kaygılarla çekilmeye izin vermeyecek bir ortamda çekilmiş. Bu konuda herkes haklı şeyler söylüyor. Hür Adam yine kimseye yaranamamaya devam ediyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.