Hüseyin YILMAZ
Said'in Yaşadığı Kürdistan Ve Hamidiye Alayları!
Bazen neler yapabileceğini, neler yapması gerektiğini düşünüyordu. Kürdistan'ın belli başlı problemlerini kendince tesbit etmiş, onların üstesinden nasıl gelebileceğini düşünüyordu. Cehalet, ihtilaf ve fakr u zaruret Kürdistan'ı, Kürdistan'ın güzel insanlarını doymak bilmez vahşi bir canavar gibi yiyip bitiriyordu, mahvediyordu. Bölgenin her şeyden önce ilim, birlik ve zenginleşmeye ihtiyacı vardı. Ama bu çok büyük bir dâvâ idi ve üstesinden gelip gelemeyeceğini bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa, kendisine büyük bir gayretle çalışmanın düştüğüydü. Çalışacaktı, çalışmalıydı...
Sert ve eski bir örfün devamına hizmet ettiği kan davaları da Kürdistan'ın can yakan meselelerindendi. Aileleri mahvediyor, iş gücünü kırıyor, çoğu zaman köylerin dağılmasına sebeb oluyordu. İnsanlara derin korku ve ızdırablar yaşatan bu öldürücü kavgaların biri bitmeden diğeri başlıyordu.
Kürdistan'da başı kan davaları ile dertte olmayan köy yok gibiydi. Bu yersiz ama kahredici kavgalara müdahale etmekte çok gayretli gördüğü, bir nevî liderlik yapan hocası Muhammed Celâlî'yi bu itibarla da çok takdir ediyordu. Bir medrese hocası veya tarikat şeyhinden çok, âşiretini sevk ve idare eden bir reis gibi davranıyor, neredeyse bütün dertlerine koşuyor, her meselelerine eğiliyordu. Molla Said'in zihninde bu cihetle de mümtaz bir model olarak yer etmişti.
1890'da Erzurum'da patlak veren Ermeni isyanı sonrasında bölgede hız kazanan Ermeni teşkilatlanmaları Sultan Abdulhamid'i tedbirler almaya sevketmişti. 1891'de bölgede ilklerini kurmaya başladığı Hamidiye Alaylarının sayısı ve gücü hızla artıyordu. Sultana bu ilhamı veren, hiç şübhesiz 93 Harbi'nde Kürt sivillerin orduya verdiği büyük destek ve gösterdikleri muvaffakıyetti.
Görünüşe göre Abdulhamid, bu sivil Alayları muhtemel Ermeni isyanlarına karşı kullanmak için ihdas ediyordu. Vilayat-ı Sitte'ye hayli uzak bir yer olan Erzincan'daki IV. Ordu'nun bölgeye intikal zorlukları sebebiyle Hamidiye Alayları'nı öncü güç olarak kullanmak istiyordu. Ancak, Sultan Abdulhamid'in bu alayları kurmasındaki asıl maksadın yeni bir Rus savaşına karşı hazırlıklı olmak olduğu, bölgede yaygın bir kanaatti.
Lâkin daha şimdiden bu alayların bölgenin kendisi için de bazı sıkıntıları beraberinde getireceği anlaşılıyordu. Çoğu cahil âşiret bey ve mensublarına verilen silah ve güç kullanma imtiyazı, baskı ve zulüm vasıtası olabileceği gibi, âşiretler arası kan davalarını şiddetli çatışmalara dönüştürebileceği ihtimali de uç vermeye başlamıştı.
Devlet için toplanan vergilerin bu güçlerin elinde heder ve su-i istimal edilebileceği, bunun da devleti daha fazla vergi toplamaya sevk edip bölgenin yükünü arttıracağı, her geçen gün daha iyi anlaşılıyordu.
Geçmiş İslâm medeniyetlerine dair okudukları ile yaşadıkları arasındaki büyük uçurumun bir daha nasıl doldurulabileceğini, daha doğrusu doldurulup doldurulamayacağını bilmiyordu. Osmanlı'nın artan mağlubiyetlerini takib eden büyük toprak kayıpları, Devlet-i Aliye'nin henüz kaybedilmemiş topraklarında da büyük moral çöküşlerine sebeb olmuştu. Doksan Üç Harbinde neredeyse Payitahtın işgaline ramak kala, büyük taviz ve kayıplarla durdurulabilen Rusya kadar, Avrupa'nın diğer büyük devletleri de artan bir düşmanlıkla Osmanlı'nın çöküş ve ölümü için çalışıyorlardı.
Rus işgali karşısında destansı bir mücadele veren Kürdistan'da ise her şey çok daha acıklı, çok daha sıkıntılı idi. Doğubayazıt'ın işgal günlerinde yaşadığı acı ve ızdırab, insanların hafızalarında bütün canlılığı ile yaşamaya devam ediyordu. Savaş şartlarında Rus ve Ermeni güçlerinin bölgede yaptığı hunharlık ve ahlâksızlıklar zihinlerde bütün dehşeti ile yaşıyordu.
Sultan Abdulhamid'in devletin gücüne değil, Avrupa devletlerinin çatışan menfaatlerine dayalı siyaseti sayesinde devletin yaşamaya çalıştığı sır değildi ama Padişah bu zekice oyunu, büyük bir maharetle oynamaya devam ediyordu. Bu oyun değerden düştüğü gün, Devlet-i Aliye'nin çökeceği düşüncesi, meseleye vâkıf olanların korkulu rüyası idi. Bir şeylerin değil, çok şeylerin yapılması gerekiyordu fakat görünüşe göre hiç kimse sadra şifa hiçbir şey yapmıyordu.
Molla Said-i Meşhur, ruh ve şuurunu kemiren bir yığın düşünce ve ızdırabla Doğubayazıt'tan ayrılmaya hazırlanıyordu. Henüz on dört yaşında bir çocuk bile olsa cemiyet ve devletin bütün sıkıntılarını ruh ve aklına çoktan yüklemişti. Osmanlı'yı aşıp bütün İslâm Dünyasını, hatta beşeriyetin masum ve mazlum kesimini de içine alan bir kurtuluş mücadelesini vermek için büyük bir iştiyak duyuyordu ancak bunu nasıl yapabileceğini henüz kestiremiyordu.
Zaman zaman elindeki en büyük silâhın müjdelendiği İlm-i Kur'an olacağını düşünüyor, ancak devletin rical ve idare sahnesi de aklını kurcalayıp duruyordu. Devlet çökerse korkusu, herkes gibi, onun da zihnini meşgul ve tedirgin eden köklü bir mesele idi.
(Kutub Yıldızı romanından)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.