Habibi Nacar YILMAZ
Huzurun edebi
Edep dediğimizde aklımıza "âdâb-ı muâşeret" kuralları gelir değil mi? Yemekten, saç ve başın şekline; çevreden, saygı ve sevgiye kadar olan geniş tanımlar yapılır edep için. Evet, bunlar edeptir. Ama edebin bunların ötesinde başka ve daha derin, bütün hayatı içine alan ve bizi yirmi dört saat dikkate sevk eden, hayatımızı kuşatmış derin bir tarafı da vardır.
"Kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı, namahrem olanlar nazar etmesin." şeklinde şeffafiyetini ilân eden bir nazar; 'Edipler edepli olmalı, hem de edeb-i İslamiye ile müteeddibe olmalı.' derken edebin tanziminde de 'vicdan, hiss-i diyanet ve halis niyetin' esas alınmasını istiyor.
Zerreyi yıldıza, kömürü elmasa, âdiyatı ibadete çeviren niyet, edepte de önemli demek ki. Niyetin bu ehemmiyette olması da yine "huzurdaki" keyfiyetine bağlı herhalde. Onun için âmellerimizden ahirete bizimle gelen kısmı da içine hâlis niyet kattıklarmız oluyor. Gerisi sadece yorgunluklarımız... Yazılıyorlar ama geçerli olanlar, elimizde kalanlar; niyetimizin halisiyetli olduklarıdır. Onun için, ahirette meleklerin yazmadığı ameller de ortaya çıkınca; "Biz bunlara şahit olmamıştık." diyen meleklere, "Bunlar kullarımın, şeytan muttali olamadığı için bozamadığı, sizin göremediğimiz için yazmadığınız halis niyetle yaptıkları amellerdir." buyurulacaktır.
Demek kendini her an "huzurda" bilen insan, edebini takınır, her an bir kamera gözetiminde olduğunu anlar; başkasının teveccühünü istemek, ondan başkasınına boş görünmek, bir şeyleri kendine nisbet ederek alkış toplamak gibi edep ve âdâb dışı hallere düşmez. İhlası kırıp yüksek kuleden yuvarlanmaz.Bu yönüyle riya, kibir, dalkavukluk da edebe uymayan ve ameli yiyip bitiren ateş konumundalar. Demek "o huzurun edebine" muhalif düşmemek çok önemli. Bunun yolu yine tahkikî bir imandan geçiyor.Gel de "Nurlar her hâlimize çareler getiriyor." dediğimizde, itiraz edenlerin kulaklarını çınlatma.
Evet, demek Mevla'nın huzurunda olma ile kazandığımız "iç edep" olmadan, "dış edep' de olmuyor. Bu, dış edebin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Dış edebin iç edeb olmadan olamayacağı anlamına gelir.
Onun için irfan ehli ne demiş?
"Girdim ilim meclisine eyledim, kıldım talep.
Dediler ilim geride, illa edep illa edep.
Yine Mehmet Akif bir beytinde:
"Ne ibrettir kızarmak bilmeyen çehren,
Bırak kardeşim tahsili, git önce edep, haya öğren" diye o hakikati dile getiriyor.
İşte bu iç edebe sahip bir ermiş, bir gün yolda dostları ile yürürken, bir dostunun yoldaki bir taşı ayağı ile kenara ettiğini görmesi üzerine onu: "Ayağınla itme o taşı. Çünkü o Allah'ı zikrediyor. Bu yüzden hürmet göster, eline al kenara koy taşı." şeklinde ikaz ediyor.
Edebe bakar mısınız?
Üstadın Van hayatının serencamında okumuştum. Vilayet konağı önünde yeşillikler üzerine kendisini bekleyen topluluğun "Seyda bizim yakınımıza buyurur musun? dâvetine üstad, "Oturduğunuz yeşilliklerin Allah'ı tesbih ettiğini görüyorum. Onların üzerine oturulmaz" karşılığını veriyor. Diğer bir sahih bir hatırayı kendim Molla Hamit'ten dinlemiştim. Genellikle tahiyyat oturuşunu bozmayan üstad, rahat oturma teklifine "Allah'a olan saygı ve edebim başka oturmaya engel oluyor." mealinde cevap veriyor. Ve bu hâl ömür boyu devam ediyor. Büyüklerin edeb hâllerini görüyor musunuz? Hâllerin büyüğünü de buradan anlayalım işte.
Edeb elbette bir siliklik, korkaklık, susmak hâli de değildir. Yerine göre, tevazu kadar vakar da barış kadar savaş da sükût kadar söz de fedakârlık kadar yiğitlik de bir edeptir. Onun için üstad, Rus komutanın huzurunda ayağa kalkmadığı gibi, meşrutiyet yıllarında idamla yargılandığı mahkemede de susmadan fikirlerini ifade ediyor. Birinci mecliste mâlum zata hakikati pervasızca iletiyor. Bunlar hep "hakkın hatırını âli tutmak" adına edep hanesine yazılacak sahnelerdir.
Demek yerine ve seviyeye göre konuşmak, belağat olduğu gibi; yerine ve seviyeye göre davranmak ve konuşmak ya da susmak da edeb oluyor, diyebiliriz.
Aşağıda birkaç örneğini vereceğim ve "Lemaatta' üstadın salihat ve takvaya içinde değerlendirdiği "Hasletlerin Yerleri Değişse, Mahiyetleri Değişir" başlığı altında verilenler de edebin konusudur.
Zayıf birinin kuvvetliye karşı tevazusu edeb olmadığı belki de sahibini riya sahibi yaptığı gibi, kuvvetlinin de zayıfa tekebbürü de yine edebi zorlamaktadır. Aynı şeyi bir amirin makamında ve evindeki iki ayrı davranışında da yine bu sınırları zorlamaması ve bulunduğu yere uygun bir tutum ve davranışta olması; yani makamında vakarı evinde ise, tevazu ve mahviyet ile kalmasında edeb vardır.
Peki bu konuda en nezih ve parlak örnek olarak kimi verebiliriz? Elbette ki "Rabbim bana edebi en güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş." buyuran Peygamber efendimizdir örneğimiz. Onun Kur'an'ın ilk tefsiri mahiyetindeki söz, hâl, davranışları hatta sükûtunu da içine alan sünneti, bizim için en güzel edeb örnekleridir. Onun ümmetinin dünya ve ahiret saadeti için olan alâkadarlığından tutun; iptida ve intihadaki (ilk ve son yıllarındaki) değişmeden devam eden mükemmel imanı, ibadeti, takvası, ciddiyeti, metaneti, sıdkı, emniyeti edebin her türündeki nezaket ve parlak şahs-ı mânevisi bizim için takdir ve takip edilmesi elzem siyer-i seniyesi, tam bir örnektir ve hüsn-ü misaldir.
Peygamberimizin (asm) en büyük mucizesi de peygamberliğinden önceki hayatını da için alan ve düşmanları tarafından da tasdik ve teslim edilen Hz. Aişe (ra) tarafından "hulukuhul Kur'an" olarak tesmiye edilen ve tam bir edeb timsali olan hayatıydı.
Üstad, edebin zirvesi olan bu ahlâkı, eski eserlerinden "Şuaat-Nebi" adlı eserinde çok veciz olarak "İşte o Zât-ı Kerim'de icma-i ümmetle tevatür-ü mânev-î kat-i ile sabittir ki insanların sureten en cemili ve en hâlimi ve en sâbiri ve en şâkiri ve en zâhidi ve en mütevazıı ve en afifi ve en cevâdı ve en kerimi ve en rahimi ve en âdili, herkesten ziyade mürüvvet, vakar, afüv, sıhhat-ı fehim, şefkat gibi ne kadar secaya-yı âliye varsa, en mükemmel bir fihriste-i nuraniyedir." şeklinde ifade ediyor. Ne muazzam ve belağatlı bir tarif. Bir iki noktasına açınca, bu tarifin ne kadar derin ve anlâmlı olduğunu görüyoruz.
İnsanların suret (görünüşü)ve sîret (iç güzelliği) olarak "en"leri onda(asm) bir araya gelmiş. Bunun bir de birbirine zıt olabilecek ahlakları, hiçbiri birbirine galebe çalmadan, biri diğerini eksiltmeden bir arada bulundurmak gibi mucize yönü de var. Mesela hem yumuşak huyun zirvesinde hem de korkusuz bir kahraman; hem tevazuda üstüne yok hem de akıl dolu bir cesaret ve yigitlik sahibi; hem adâletli, merhametli ve güzellik peşinde; hem iktisatlı ve daima orta yolu takip eden; hem vakar sahibi (şerefine düşkün) edeb ve namus timsâli; hem de nihayet şefkatli ve Allah için buğz (düşmanlık eden) sahibi gibi birbirine zıt ahlâklar, zorluk olmadan bir insanda toplanmış ve onu edebin zirvesine taşımıştır. Bir insan, birbirine karşı gibi ahlakları bir araya getirebilir mi?
İşte Üstadın aynı bahsin devamında yer verdiği, Namık Kemal'in Peygamber Efendimizin(asm) mânevî siması için yazdığı beş beyitlik harika şiirinin son kısmı da
"Kitab-ı hüsnün her safhası bir sure-i i'caz,
Hatt-ı ruhsarının her noktası, bir ayet-i kübra."
(Senin siret ve suret güzelliğinin her kısmı birer mucize olduğu gibi, mânevî yüzünün her bir çizgisi de büyük bir ayettir.) beyti ile bitirmektedir.
Evet dostlar, Rabbimizin edeb süsü ile süsleyip bir misal olarak önümüze koyduğu o nurânî zat, ümmeti ile alâkadarlık noktasında mânen aramızdadır. Biz ise, ancak onun(asm) getirdiği düstûrlarla sireten müteedibe olursak (edeblenirsek) hem "huzurun edebini" kazanmış hem de Rabbimizin Cemil ismine mükemmel ayna olmuş oluruz.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.