İç dünyamızın ayetleri

Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar (22)

Kur’an, yer yer kâinat ile insanın iç dünyasını alınması gereken ders noktasında bir arada verir. Kâinatta olanlar kadar insanın içindeki işaretlerin çok olduğunu “bunları görmüyor musunuz?”, “aklınızı çalıştırmıyor musunuz?” ve “hâlâ düşünmüyor musunuz?” gibi düşünmeye teşvik eden ifadelerle insanı yönlendirmeye çalışır. Teşvik ayetleri o kadar çok kiinsanın yalnız ve yalnız düşünmek için yaratıldığına hükmedesi geliyor. Ama insan ne yazık ki bir o kadar da bu olgudan uzak bir tavır sergiliyor. Çok olmakla birlikteşu iki ayet konumuz açısından net ve bir o kadar da ilginçtir:

وَف۪ٓي اَنْفُسِكُمْۜ  اَفَلَا تُبْصِرُونوَفِيالْاَرْضِاٰيَاتٌلِلْمُوقِن۪ينyani “Yeryüzünde gönülden inanmış olanların (şahit olduğu) ilahî işaretler var. Tıpkı sizin kendi iç dünyanızda olduğu gibi; bunları görmüyor musunuz?[1]

Yeryüzü bir kitaptır, insan da bir kitaptır. Kâinatsa daha büyük bir kitaptır; insanın iç dünyası belki de daha girift ve karmaşa bir kitaptır. İnsanın iç dünyasının henüz bakir ve nüfuz edilmemiş olmasının bu karmaşık yapısından ileri gelmesi muhtemeldir. İnsanın iç dünyasına girip oradan bilgi verilmesinin tarihi gerilere fazla gitmez. Bu gizemli dünya daha yeni yeni fark edilmeye başlanmıştır. Oysa insanın iç dünyasıyla dış dünya arasında son derece sıkı bir ilişki var. İnsan kâinattan bağımsız değildir ve kâinat insan olmadan çözüme kavuşamaz. Kur’an’ın ikide bir insanı muhatap almasının esprisi budur. Kur’an insan merkezli düşünmeyi ve bu doğrultuda davranmayı telkin eden bir hayat kitabıdır. Bütün oluşumların insan merkezli olmasına özen göstermektedir.

Konu edilen bu iki ayet ve diğerleri,daha vahyin başlangıcından itibaren kâinata yoğunlaşmaya ilişkin bir bakış açısı geliştirmiştir. Bundan ötürüdür ki Asr-ı Saadet’ten sonra İslam bilginleri çevreyle yakından ilgilenmişlerdir. Bunun yanında zamanın bilgi hamulesiyle orantılı olarakinsanın iç dünyasının huzuru içinde tasavvufa el atmışlardır. İyi biliyorlardı ki insan düzelmeden dış dünyaya düzen verilemezdi. Yatay bilginin bir şekilde elde edilmesi zorunlu gibiydi. Ama iç dünyanın derinlikleri ve kıvrımlarıyla ilgilenen dikey bilgi daha özel bir ilgi istediği için fen bilimleri gibi uzun bir süre popüler hale gelememişti. Psikolojinin geçmişi bir asra ulaşmış değildir. Davranışların gerisindeki asıl faktörler bilinmedikçe de insan hakkında gerçekçi hüküm vermek çok zordur.

Günümüzde dikey bilgi artık yatay bilgiden çok daha popüler hale geldiği ona duyulan ilgiden anlaşılmaktadır. Gerçekten insanın iç dünyası çok ihmaledilmiştir. Bu ihmal İslam dünyasında çok daha görünür hale gelmiştir. Oysa bizim hayat kitabımız Kur’an, bundan on beş asır önce insanın iç dünyasının son derece önem arz ettiği üzerinde ısrarla durmuştur. İslam dünyasının hâlâ insanın dikey bilgisine yani içsel bilgiye istenildiği gibi yoğunlaşamaması düşündürücüdür. Gerek bireysel ve gerekse toplumsal olarak Kur’an’ın bu bakış açısından yer yer kopulduğu söylenebilir. Bu ise bizi asıl amacımızdan uzaklaştırır.

“Kendini bil!” özbilincin en kestirme ifadesidir. Bu bir bakıma duygu farkındalığıdır. Bu demektir ki duygularından haberi olmayan ne içinvenasıl yaşadığından da haberi yoktur. Kalabalıklar içindedir ama aslında koyu yalnızlığı yaşıyordur. Kendi kendiyle diyalogsuzluğunun zebunudur. Daha yalın ifadeyle kendinin, buna bağlı olarak çevresinde olanların ve olup bitenlerin yabancısıdır. Ağlasa neden ağladığının gülse neden güldüğünübilmiyordur. Bu koyu bir cehalettir. Oysaözbilinç insan olmanın biricik adımıdır. Öz bilinçse “Kendinin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki düşüncelerinin farkında olabilmesi” demektir.[2]

İnsan yoğun duygularla donatılmış; böyle olunca, insanı tanımak duyguları tanımaktan geçiyor. İnsanın davranışları hakkında bir değerlendirme yapabilmek, o anda hangi duyguyla dolu olduğunu görebilmekle mümkün. Aksine her an yanlış bir hükümle karşı karşıya kalabilme ihtimali çok yüksek. Bizi anlamayan birine sarf ettiğimiz “ne kadar da duygusuz” sözü, dikey ve içe yönelik kendini bilme bilgisinden mahrum olduğunu gösteren basit ama çok kapsamlı bir yargıdır. Kaldı ki duygu denilen değer yalnızca insanda olduğunu sanmak da eksik bir düşüncedir. Bir hayvanın bile iç sezisi vardır. O gözlerimizden bizim niyetimizi okumada mahirdir. Bitki bile bizim onu okşayıp sevmemizden hoşlanır. O halde insanı yalnızca görünür cüssesiyle ele almanın ne kadar yavan bir değerlendirme olduğunu anlamak o kadar zor değildir.

Hal böyle olunca, bizim, hele İslam gibi bir misyonu taşıyan hak arayıcısının duygu zenginliğine yoğunlaşmadan uzak bir hayat geçirmesinin çok büyük eksiklik olduğu ise açıktır.Çevremizde duygularla istenildiği gibi ilgilenensıradan kaç kişinin olduğunu sorsak ya hiç ya da tek tük gibi bir cevap duymak işten değildir. Kaç kişi alışkanlıklarını, tutkularını, şartlanmalarını ve takıntılarını iyileştirmek, bunun sonucunda kendiyle barışık hale gelmek için bilinçli bir gayretin içine girmiştir? Olumsuz davranışının hemen arkasından kaynağına inerek pişmanlık duyup için için ağlayan kaç kişi vardır? Duygularla ilgili literatürü ciddi anlamda karıştırıp “bu da iç ayetlerimizdir” diyen ne kadarımız var? Kim olursa olsun insanı olduğu gibi kabul edip onun davranışlarına saygı duyanımız ne kadardır? Ölçüsüz duygularını fark edip hakaret edene ne kadarımız tepkisiz kalabilmektedir? Her olayda derin bir kavrayışın ve hikmet arayışının içine girenlerimiz çok mu? Sabır eğitimini kendine gerekli görüp hemen çalışmaya başlayan kaç kişi?

Duygu eksenli bu sorular çoğaltılabilir? Biraz da duygu dünyasına, duyguların iyileşmesi yönünde tam olmasa da bilimsel çalışmalarla meydana gelen literatüre değinmede yarar var. Psikolojinin geçmişinin uzak olmadığını söylemiştik. Daha çok Batı’da kendini gösteren psikoloji ve psikiyatri ekolleri insan davranış ve duyguları üzerinde ciddi araştırmalar yapmıştır. Doğu’nun eskiden olduğu gibi günümüzde de duygular üzerindeki çalışmaları yabana atılamaz. Davranışlarınkökenine ilişkin çalışmalarla insan ilişkilerine yeni bir safha açıldığı doğrudur.

Ağır seyreden akıl hastalıklarını bir kenara bırakırsak sağlık kategorisinde kabul edilen ancak bir uzman ya da bu konuya ilgi duyan tarafından anlaşılabilen hastalıklı ya da en azından sırat-ı müstakimde olmayan duygular,birey ve toplum hayatında başlı başına bir sorundur. Çok değişik türdeki bu ruhsal bozukluklar huzursuzlukların temel kaynağıdır. İnsana daha çok küçük yaşlarda ve hatta bebeklik dönemlerinde en yakın varlıklarından mesela anne-babalarından bulaşan ruhsal bozukluklar, iyileşmeleri için önlem alınmazlarsa hayatın cehennemi olurlar. Kaygı, paranoya, saplantı, narsizm, şizoizm, bağımlılık, depresyon gibi hastalıklar toplumumuzda çokça görülen ruhsal hastalıkların başında gelir. 

İnsanda sayısız duygular var. Her duygu da insanın davranışına etki yapan birer ilahi ayettir. Kâinattaki hiçbir varlığa karşı kayıtsız kalamayacağımız gibi bu duygu ayetlerine de kayıtsız kalamayız. Çünkü her davranışın arkasında bir duygu vardır. Bir bakıma her davranış dışa vuran bir duygu demektir ya da onun bir fonksiyonudur. Sağlıklı duyguların gün ışığına çıkan davranışları sağlıklı olur. Hasta bir duygunun dışa yansıması elbette hastalıklı olacaktır. Öfke bir duygudur. Öfkenin nasıl bir duygu olduğunu, hangi şartlarda ondan nasıl yararlanılacağını evonu frenlemenin yöntemini bilmeyen, eğitimini almayan büyük ihtimalle öfke nöbet ve patlamalardan kurtulamaz. Şirazesinden çıkan öfkeyse ateşli bir silah gibi tehlikelidir. Öfke, sevgi, nefret,korku, hüzün,endişe, düşmanlık, aşk gibi belirgin duygular olduğu gibi henüz adı bilinmeyen sayısız duygular da vardır ve her biri birer ayettirler. Ama her birinin iç dünyamızda işlevlerinin olduğunu unutmamamız gerekir. Boşuna yaratıldıkları asla düşünülemez.Her duygu bir kitapçıktır ve insan tarafından iyice okunmalıdır.

İşte Kur’an iç dünyamızdaki bu duygu tomarlarını birer ayet, her birinden yararlanılabilecekbirer değer olarak nitelemektedir. İnsan, bu değerlerin yakından bilinmesiyle ancak anlaşılabilir. Fen bilimlerin kaynağı kâinat ve onda olan varlıklardır; insanın maddi yapısı da muhteşem bir sanattır ve mucizedir.Psikolojinin ve psikiyatrinin temel malzemesi ise insandaki bin bin türlü duygulardır. İnsanda bilinç ve bilinçaltı ayrı bir dünyadır; bir okyanustur. İnsanın iç dünyası kâinatın derinlikleri kadar uçsuz bucaksızdır.

İnsanın bu iç zenginliklerinin detaylarını uzmanlarına bırakıp bazı pratikler üzerinde durarak iç ayetlerin bilinmesinin önemine vurgu yapmaya çalışalım. Bir dostumla bu konuları irdelerken can alıcı noktaya parmak basmıştı: “Genç yaşımdan itibaren gerek psikoloji ve gerekse psikoterapiyle yani duygu eğitimiyle yakından ilgilenmiş olsaydım bu zamana kadar çektiklerimin belki hiçbirisini çekmiş olmayacaktım.” Bu bir itiraftır, koca bir hayatın itirafı, kendimizi iyi anlayamamanın itirafı... Evet, arkadaşlar arası sürtüşmeler, siyasi çekişme ve dalaşmalar, aile içi kavgalar, boş kuruntular, uzun hayaller, iç çekişmeler ve daha kaynağı bilinmeyen sıkıntılar yaşanmayacaktı.

Mesela obsesif birinin hatalı tutumlarına takılıp kalmanın mantıksızlığına düşmeyecektik. Obsesifin ruh halini bildiğimizden takıntıları, bizi allak bulak etme yanılgı ve tuzağına düşürmeyecekti. Onunla pekâlâ insani ilişkileri sürdürebilecektik. Saplantılı bir insanla karşılaştığımızda onun anlamsız takıntıları bizi o denli rahatsız etmeyebilirdi. Daha insancıl yaklaşımla onunla dostluğu sürdürebilirdik. Depresif bir kişiye ikide bir iyi olması yönünde vaiz kesilmekse kaş yapacağım yerde göz çıkarmak demektir.

Bu kişilikler çevremizde çoktur. Çevremizdekilerle iyi ilişkiler içinde bulunamayanlar biraz da kendi kişilik yapılarına bakmaları gerekir. Sürekli başkasını tenkit ve suçlayanın insan ilişkilerinde yaya olduğunu ve duyguların doğasıyla hiç de ilgilenmediğini gösterir. Hiçbir insan boş çuval olamaz. Bakışların bize iğnelemesinden çok dikkat edeceğimiz nokta o bakışların gerisinde yatan duyguların kimyasıdır. Onu o bakış tarzına sürükleyen psikolojik hal nedir? Bizim o bakışa göre değil de o duyguya göre hareket etmemiz gerekmez mi?

Narsist bir kişinin yaptığına karşı çıktığınızda onu kaybedersiniz ya da onu kendinize düşman edersiniz. Oysa böyle bir insan sizin bir iş arkadaşınız, bir öğretmeniniz ya da eşiniz olabilir. Daha çok duyguların niteliğini ele veren bu yanına muttali olmazsanız, her an bir stresle karşı karşıya olmanız söz konusu olmaz da ne olur?Ruh bozukluğuna sahip olan hasta gibidir. Hasta mazur değil midir?

Zor kişiliklerle dost ya da en azından insani ilişkiler içinde olmak zorundayız. Aksine dünya bize çok sıkıcı gelir. Değil başkalarından kendimizden de bıktırır.Ne yazık ki çevremizde olan insanların çoğunun bir ruhsal bozukluğu vardır. Bunlar insanların eksik yanlarıdır.Kimi bunların farkındadır kimininse değildir. Bu insani eksikliklerin farkında olmadan hayatın canlılığı içine dalanların başlarının dertlerden kurtulmayacağını bilmelerinde fayda vardır. Yoksa onlar için hayat büyük bir cehennem olur.

Ruhsal bozukluklar o denli çok ki tedavi yöntemlerinde tekbir yol izlemek neredeyse imkânsız gibidir. Ruhsal tedavi anlamında olan psikoterapi aslında bilinen ya da bilinmeyen türleriyle insanın varoluşundan beri kullanılagelmiştir. Ama bilimselterapilerin tarihi çok gerilere gitmez. Hiçbir insan diğerine uymadığı için kullanılan terapi yöntemlerinin değişkenliği doğaldır. Dünyada sekiz yüzün üzerinde terapi teknikleri kullanıldığı iddia edilmektedir. Psikoterapiyi, insanı izah eden, insanın gelişimini açıklayan, felsefi ve bilimsel arka plana, bir insan modeline dayalı bir sistemi kabul ettikten sonra, bu sistemden belirli nedenlerle sapma gösteren yapıların, belirli stratejilerle düzeltilmesini amaçlayan bir bilimsel disiplindir, diye tanımlayabiliriz.[3] Duygularımızın durumlarıyla ilgilenen psikoterapi literatürü duyguların bir dışavurumu olan davranışlarımızın sağlıklı olup olmadığı hakkında bilgi verebilir. Bu literatüre yoğunlaşmak, kendimizi tanımak, dolayısıyla başkalarını tanımak anlamına gelebilir.

Evet, kendimizi tanımadan, başkalarını ve bütün kâinatı gereğince tanıyamayız; bunun sonucunda barışık bir hayat geçiremeyiz. Öylesine ki dış güzelliklerin farkına varamadığımız gibi kâinatıda güldüremeyiz. Somurtmuş bir dünya bizim için bir işkencedir. Yeryüzünde ve kâinatta olan ayetlerin bir hükümleri de kalmaz;çünkü gerek kâinatta ve gerekse insanın içinde olan ayetler okunmak içindir. Okunmazlarsa iki vahşi varlık karşı karşıya kalır: İnsan ve kâinat. Bu bir anlamsızlıktır. Yok, varlık âlemi bu denli anlamsız hale getirilemez. Duygularından habersiz olan insan kendine yabancı demektir; kendine yabancı olansa kendi dışındakilerine de yabancıdır, düşmandır.

Baştanbaşa bizi ve kâinatı yalnızca okunmak bekleyen ilahi ayetler kaplamış. Kur’an sözlü bir kitapsa kâinat edimsel bir kitaptır. İkisi de Allah’ın; birbirinin tamamlayıcısı. Bu büyük ayetler karşısında bize düşense yalnızca okumak, onların üzerinde düşünmek ve kendimize dersler çıkarmak.

Bizi üzen bu eylemi çokça az yapmamız. Dahası, “Göklerde ve yerde ne mucizeler var ki, (insanoğlu) yanından geçip gider de onlara dönüp bakmaz bile![4]ayetinin uyarısına muhatap olmaktan titrememiz gerekir. Görülen ve elle tutulan mucizelere dönüp bakmayanın görülmeyen iç dünyanın ayetlerine bakmasını beklemek çok zor.Oysa ikisi de bizim kendimize geliş ve dönüş materyalimiz. Onların üzerinde düşünmeden hayatın anlamını kavramak elbette mümkün değil.

Not: Kurban Bayramının İslam âlemine hayırlara vesile olması duasıyla…

[1] Kur’an, Zariyat, 20-21

[2]Goleman, Daniel (2000), Duygusal Zeka, Çev: Banu Seçkin Yüksel, Varlık Yayınları, İstanbul.

[3]Özakkaş, Tahir(2011), Bütüncül Psikoterapi, Litera Yayıncılık, İstanbul.

[4] Kur’an, Yusuf: 105

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum