Mustafa ORAL
İki Ağrı (Dağı) arasında bir Ara’f: Aşk
Aşk Yazıları: 4
İnsan maddi ve manevi varlığı ile bir bütün olarak yaratılmış. Her bir varlık unsuru izn-i ilahi ile bir duvarın tuğlaları gibi birbirini bütünlüyor. Böylece vücut hanesi meydana geliyor.
İnsanın bir azasındaki haz ve mutluluk hissi diğer azalarını etkilediği gibi o azasındaki ağrı, sızı da zamanla diğer azalarına sirayet ediyor. Onları da bir zaman sonra kendi haliyle muzdarip ediyor. Öyle ki bazen bir uzuvda-ki rahatsızlık vücuttaki onlarca uzuvda uç eriyor.
O uzuv bizzat kendindeki bir arızadan yada başka uzuvlardaki bir arızadan dolayı düzenini yitiriyor. Bazen, basit bir rahatsızlık olarak gözüken bir diş ağrısının altın-da altmış çeşit hastalık bulunabiliyor.
Maddi uzuvlardaki bir arıza sair cismani uzuvları-mızı etkilediği gibi manevi uzuvlarımızı da etkiliyor, on-larda bir maraz oluşturabiliyor. Bazen cismani uzuvları-mızdaki bir açmaz, acı, ağrı, sızı yada fıtrata aykırı bir durum manevi latifelerimizde önü alınamaz ağrılara, sızı-lara neden olabiliyor.
Bunun en bariz misali şu ki, adi kavvat derecesine gelmiş bir göz bazen namahreme nazar ediyor. Mukabi-linde bir muhabbet ve muhatap göremeyince umutsuzluğa kapılıyor. Kalbin aynası olan gözünde başlayan bir sapma muhabbetin mahalli olan kalbinde binlerce ağrı açıyor.
İnsanın maddi/cismani varlığını oluşturan unsurlar birbiri ile ve manevi latifeler ile böyle ilişkili olduğu gibi maneviyatını oluşturan akıl, sır, nefs, ruh, kalb gibi azala-rı da benzer şekilde birbiriyle ilişkili.
Manevi azalarının birindeki manevi bir lezzet ve nimet diğer manevi latifelerine ve azalarını besleyebildiği gibi, yine manevi azalarının birindeki bir araz, maraz, ku-sur, hastalık, ağrı, sızı zamanla diğer azalarına sirayet ediyor. Mesela ruhta var olan mana aleminde kendini bir şeye nispet ettirme arzusu mahall-i iman olan kalbe ulaşı-yor ve izn-i ilahi ile iman ve hidayet nimetini meyve ve-riyor. Tam tersine bazen de akılda başlayan şüphe zaman-la nefse, kalbe ve ruha sirayet edip, insanı imansızlığa götürebiliyor.
Dostoyevski’nin kahramanlarından Raskolnikov için böyle bir ağrıdan bahsedilir. Evet Raskolnikov’un bir “iman ağrısı” vardır. Bunu bize biz müminlerin başka başka ağrıları olduğunu öğreten Cahit Zarifoğlu söylüyor.
Allah rahmet eylesin Zarifoğlu her ne kadar Raskolnikov’daki iman ağrısını teşhis edebilmişse de, her ne kadar yaşadığı şehirde sabah ezanının okunmadığını fark edip, bütün müminler adına ağrılara yakalanabilmiş-se de, her ne kadar “Afganistan Çağıltısı” ismindeki şii-riyle bizlere çok uzak coğrafyalarda ne büyük acıların, ağrıların var olduğunu hissettirebilmişse de, yaşasaydı her halde bu günkü genelde bütün insanlığın, özelde bütün müminlerin yaşadığı ağrıları, acıları ne öngörebilirdi, ne de belirtiler ortaya çıktığında teşhis edebilirdi.
Evet, bu gün müminlerin hayatında baş etmesi zor öyle ağrılar var ki. Her şeyden önce İslam dünyasının bir-çok yerinde kan ve göz yaşı var. Masum müminler ezili-yor, katlediliyor.
Milyonlarca mümin açlık ve susuzluk girdabında kıvranıyor. Bu katliamlar, bu yoksulluk “Bana ızdırap veren yalnız İslamın maruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlike dışarıdan geliyordu. Mukavemet kolaydı. Şimdi kurt gövdeye girmiş. Korkarım ki cemiyetin bün-yesi bunu kaldıramaz...” diyebilen vicdan sahibi mümin-lerin içini sızlatıyor, kalbini ağrıtıyor.
Öte yandan müminlerin manevi dünyalarında bu katliamlardan ve yoksulluktan tevellüd etmeyen, kurdun gövdeye girdiği öyle ağrılar, sızılar, kırgınlıklar, küskün-lükler, bıkkınlıklar var ki, katliamlardan ve yoksulluktan mütevellid olmayan ağrılardan, sızılardan daha fazla müminlere zarar veriyor. Öyle bir ağrı ki müminin basire-tini bağlıyor, nazarını bulandırıyor.
Bu gün müminlerin basiretini bağlayan, nazarını bu-landıran en büyük ağrının ne olduğunu öğrenmek istiyor-sak ehl-i imanın okuduğu kitaplara göz gezdirmek yeter-lidir. Tahmin edeceğiniz gibi ehl-i iman arasında son dö-nemde en çok satan kitaplar aşk ve evlilik kitapları. “Ömür Boyu Aşk”, “Aşkın Terapisi”, “Evlenmeyen Er-kekler, Evlenemeyen Kızlar” vb. isimlerle piyasaya çıkan kitaplar gerçekten de çok satıyor. “Aşkın Terapisi” isimli kitaptan da anlaşılacağı üzere bu kitaplar bizlerde var olan bir ağrıya gönderme yapıyor:Aşk ve evlilik.
Rabb’imiz kalbin batınını iman, marifet ve muhab-bet için yaratmış. Kalbi kendisine layık ibadetle meşgul etmek için içine sevme ve sevilme arzusu koymuş. Değil mi ki kalbin vücud dairesi ve hayatı geniştir. Bunun için hemen her insan için kalbine karşılık olacak karşı cinsten bir insan yaratmış.
İnsan kendisini nispet ettirebileceği, manevi muktesebatını aktarabileceği, üzerinde kendi siretinin su-retini seyredebileceği, sesine ses verebilecek, sesinin yan-kısı olabilecek, insan veya insanları talep etme arzusu ile yaratılmış. Bir dağ gibi sevdiğini karşısına alıp, ona için-dekileri haykırma isteği ile teçhiz edilmiş.
İnsanın karşı cinsten birisi tarafından sevilme ve an-laşılma, muhatap ve muhabbet edilme arzu, istek ve talebi şüphesiz ki fıtri bir hal. Buraya kadar ne imani, ne de in-sani açıdan bir sorun ortaya çıkmıyor.
Ne var ki bu fıtri durum nefsi bir hal arz ettiğinde insan kendini önü alınamaz meseller, meseleler, sorunlar, sıkıntılar, ağrılar, sızılar içinde buluyor. Zira kişi muhab-bet edebileceğini ve muhatap olabileceğini sandığı karşı cinsten biri ile karşılaştığı zaman, onun da kendisine mu-habbet etmesini ve kendisini muhatap olmasını bekliyor.
Muhabbet ve muhatabiyet durumu tek taraflı olursa, bir ağrıdır başlıyor kalpte. Herkesin bildiği manada bir aşktır başlıyor insanın kalbinde. Evet aşk kalp ağrısı ile başlıyor. Aşk nefsin beklentileri doğrultusunda işlemeye devam ettiği müddetçe ağrı artıyor. Beklentiler, talepler, istekler, arzular muhabbet edilen ve muhatap alınan kişi tarafından yeterli ölçüde karşılanmadığı müddetçe ağrı baş edilemez hale geliyor.
Kalpten fikre bir menfez açılamıyor ki, bu durum aklileştirilebilsin, kalbileştirilebilsin. Sonunda hırs kalbi delip, parçalıyor. Akıl da kalbsiz kalıyor. Artık kalpteki ağrı baş ağrısına dönüşüyor. Sözün kısası aşk kalb ağrısı ile başlıyor, baş ağrısıyla bitiyor.
Buraya kadar ki ifadelerimizden de anlaşılacağı üzere günümüzdeki nefisle sınırlandırılan veya nefsin pa-yının kalbin ve ruhun payından fazla olduğu aşkın ve aşk evliliklerinin geldiği noktayı şöyle özetleyebiliriz: İki ağrı arasında (kalb ağrısı ile baş ağrısı arasında) bir a’raf: Aşk ve aşk evlilikleri.
Baş ağrısı aşık olduğumuz veya olabileceğimizi sandığımız hiçbir insanın bizim muhabbet etme ve muha-tap olma taleplerimizi tam anlamıyla karşılayamayacağını bilemememizden veya öngöremememizden kaynaklanı-yor.
İktidarı cüzi bir varlıktan bize göre külli bir durum olan aşkımıza cevap vermesini beklememizden kaynakla-nıyor. Bir kayadan bir dağ olmasını ummaktan kaynakla-nıyor. “Bir dağ olsun, sesimize ses versin” şeklindeki ümidimizden kaynaklanıyor.
Baş ağrısı aşık olduğumuz kişi ile aynı yere bakmak yerine onun bizim gözlerimizin içine bakmasını isteme-mizden kaynaklanıyor. Değil mi ki hemen her seferinde sevdiğimiz kişiye karşı görev ve sorumluluklarımızı yeri-ne getirmeden ondan hak ve yetkiler talep ediyoruz.
Baş ağrısı aynı yastığa baş koyarken ayrı ayrı nefis-lere sahip olduğumuzu unutmamızdan kaynaklanıyor. Şöyle baş başa verip nefislerimizi terbiye etme cesareti gösteremiyoruz. Çünkü doğru dürüst kendimizle baş başa kalamıyoruz.
Baş ağrısı “baş olmak” ve “başa güreşmek” arzu-sundan kaynaklanıyor. Oysa hiçbirimiz “başaltında” da güreşme tevazusu gösterecek kadar güçlü olmaya çalış-mıyoruz. Zira reddedilmeyi yani yenilgiyi kabullenemi-yoruz.
Bunun için karşımızdakinin yerine getirilmesi çok da büyük bir bedel gerektirmeyen her hangi bir isteğini “baş göz üstüne” deyip kabul etme cesareti gösterecek kadar cesur olamıyoruz. Tam tersine kendimizi bir aşk içinde görmek yerine bir savaş içinde görmeye başlayarak “baş (kelle) almaya” kalkıyoruz.
Baş ağrısı biraz da “ağrısız baş olmaz” hakikatini bilemememizden kaynaklanıyor. Hemen her seferinde, ağrı başlar başlamaz, ağrı ile baş etmek yerine hemen ağrı kesiciler almaya kalkıyoruz.
Baş ağrısından kurtulmanın yolu kişiden kişiye de-ğişse de yine de hemen her insana reçete olabilecek şeyler de yok değil. Özellikle bu insan bir mümin ise. Mesela yukarıda altını çizmeye çalıştığımız şeylerin altını çizmek yerine üstünü çizebilsek şu baş ağrısından büyük oranda kurtulacağız.
Sözgelimi muhabbeti ve muhatabiyeti hak eden bi-risini kendimize habib (sevgili), halil (dost) ve muhatap seçebilsek... Birbirimizin gözlerinin içine bakmak yerine bir hedefe beraberce bakabilsek... Kendi nefsini ıslah et-meyen başkalarının nefsini ıslah edemez, deyip işe kendi nefsimizden başlayabilsek... Mesela birbirimizde fani olabilsek...
Kanaatimce baş ağrısından kurtulmanın en kolay yolu işi baştan sıkı tutmaktan geçiyor. Nefsani nedenlerle sevmek yerine -ki bu sadece hoşlanmaktır - , muhabbetin mahalli olan kalbimizdeki şefkat ve merhamet duygusu ile sevdiklerimize yönelebilsek...
Yüreklerimizi fani zevkler ile tüketmesek...
Rıza-i ilahi ile ihlas ve uhuvvet prensipleri dahilin-de sevdiklerimize muamele edebilsek...
Her şeyden önemlisi Kur’ân’ın i’cazı beyan etmek için beraberce hizmet etmeyi kendimize hedef seçebil-sek...
Karşımızdakini Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) ve Hz. Hatice’nin bu çağdaki bir gölgesi ve timsali olarak görebilsek...
İşte o zaman kayalar dağ olur, sesimize ses verir. İşte o zaman Hz. Davud kıssasında olduğu gibi dağlar bi-zim hizmetkarımız olur.
Bizler bu gün aşk ve aşk evliliği gibi iki ağrı dağı arasında bir ara’fta yaşıyoruz. Bu ağrı dağı bana hayatı boyunca hiç evlenmemiş, aşka hemen hiç pirim verme-miş, aşka hemen hiç pirim dememiş, bunun yerine acz, fakr, şefkat ve tefekküre sürekli vurgu yapmış bir iman ve i’caz ehlini hatırlatıyor:Bediüzzaman.
O, tabir yerinde ise iman hizmetinden başını kaşı-maya vakit bulamış bir insandı. Çocukluğundan beri bir ağrısı, bir ağrı dağı vardı. Onun Raskolnikov’dan farklı olarak bir iman ağrısı vardı. Raskolnikov’daki iman etme arzusu mukabil, Bediüzzaman’da Kur’ân’ın icazını beyan ederek insanlığı imana çağırma ağrısı vardı. O, bu ağrıya bir rüyada tutulmuştu. Hatırlarsınız, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesi’ni:
“Bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her ta-rafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakkın emri-dir; O Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zat, bana amirane diyor ki: "İ'caz-ı Kur’ân 'ı beyan et." Uyandım; anladım ki, bir büyük infi-lak olacak. O infilak ve inkılaptan sonra, Kur’ân etrafın-daki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân'a hücum edilecek; i'cazı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkınde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anla-dım.”
Bu gün bizler için Ağrı Dağı nefsimizin isteklerine göre şekillenen aşkımız, aşk evliliklerimiz ve aile haya-tımızdır. Müthiş infilak eden de aşk, aşk evliliklerimiz ve aile hayatımızdır. Yine de korkmamak gerekiyor. Zira Cenab-ı Hak Rahîm'dir ve Hakîm'dir. O bize merhamet etmiş, iman nimetini vermiş. Bize düşen sadece beraberce "i'caz-ı 'ı beyan etmek.”
Bu gün hala bizlerin aşkımızdan, eşimizden, evli-ğimizden, ailelerimizden başlarımız ağrımaya devam edi-yorsa, bu bizim Bediüzzaman’ınki gibi Ağrı dağı cesame-tinde ağrılarımızın olmamasındandır. Bediüzzaman’ın gördüğü rüyanın bizim rüyamız olmamasındandır.
Biz bu rüyayı göremiyorsak, daha çok Ağrı dağı ef-sanesi dinleyeceğizdir. Daha çok “Ağrı dağından uçtum / Çayır çimene düştüm / Ne belalı başım var / Vefasız yare düştüm...” diye diye türküler söyleyeceğizdir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.