Afife ARTIK
İkinci Şua’yı Anlamak-13
İkinci Şuayı anlamak kastı ile ism-i Kuddüs’ten başladığımız yolculuğumuzda İsm-i Ferd’in Üçüncü Nükte’sine gelmiş bulunuyoruz. Önce orijinal metni beraber okuyalım:
“İsm-i Ferdin tecelli-i âzamiyle kainatı birbiri içinde hadsiz muktûbat-ı Samedâniye hükmüne getirip, her mektubda hadzis hâtem-i Vahdaniyet ve pek çok mühr-ü Ehadiyet basılmış gibi, herbir mektubun kelimatı adedince Ehadiyet mühürlerini taşıyor ve o mühürlerin adedince kâtibini gösteriyor. Evet; herbir çiçek, herbir meyve, herbir ot, hatta herbir hayvan, herbir ağaç birer mühr-ü Ehadiyet ve birer sikke-i Samediyet olduklarını; ve bulundukları mekan ise, bir mektub suretini alması cihetiyle herbiri bir imza şeklini alır; o mekânın kâtibini gösteriyor. Mesela: Bir bahçede bir sarı çiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, o Zatın kelimeleri hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi onun yazısı olduğuna, açık bir surette delalet ediyor. Demek oluyor ki: Herbir şey, umum eşyayı halıkına isnad edip, âzamî bir tevhide işaret ediyor.”
Şimdi bu paragrafın Risalelerde nerelerde îzah edildiğine geçmeden evvel kavramlarına bakalım:
· Tecelli-i âzam
· Mektubat-ı Samedaniye
· Hâtem-i Vahdaniyet
· Mühr-ü ehadiyet
· Sikke-i Samediyet
Bu kavramları birer cümle ile îzah etmek yerine bu paragrafın îzah edildiği yerlerdeki manalar üzerinde duralım. O manalar içinde bu kavramlar da açıklığa kavuşacaktır.
Bir cihette Otuzüçüncü Mektub olan Otuzüçüncü Söz’ün Yirmidokuzuncu Penceresinde yine bu sarıçiçek misali veriliyor ve bu çiçeğin, bulunduğu tepe için bir mühr-ü Rahmanî hükmüne olduğu ve her bir şey dahî bir mühr-ü Rabbanî olup bütün eşyayı kendi Halıkına isnad ettiği, ve yine mevcudatın birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniyye hükmünde oluşu icmalen anlatılıyor.
Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamı’nın Sekizinci Lem’asında ise bu mananın biraz daha tafsilli izahını görüyoruz. Otuzikinci Söz’ün başında ise bu ifade var: “ Yirmiikinci Söz’ün Sekizinci Lem’asını îzah eden bir zeyildir. Mevcudat-ı âlem, vahdaniyyete şehadet ettikleri ellibeş lisandan (ki: “Katre” risalesinde onlara işaret edilmiş) birinci lisanına bir tefsirdir…” demek bu Otuzikinci Söz, Yirmiikinci Söz’ün Sekizinci Lem’asını îzah ediyor ve kainatın Allah’ı anlatıyor olduğu ellibeş lisandan birinci lisanı yanitanzim, nizam ve muvazene lisanını tefsir ediyor. Buranın Risalelerin bir yeri için îzah, diğer bir yeri için ise tefsir olması ayrıca incelenebilecek mühim bir konu.
Otuzikinci Söz’ün birinci mevkıfı harikulade bir şekilde hem akla, hem hayale hitap ederek ve herkesin anlayacağı tarzda, kainattaki intizamı isbat etmiş. Bir şeyin her şey ile alakadar olduğunu ve başıboş bir tek zerre dahi olamayacağını muknî bir tarzda îzah etmiş. Hal lisanının kal lisanına dönüştürülmesi de ayrı bir letafet katmış. Tamamına burada yer veremeyeceğimizden bu parçanın okunmasını size havale ediyoruz, doğrusu letafetine dokunmadan özetlemek elimden gelmedi. Bu Birinci Mevkıf; kainatın iç içe yazılmış mektuplardan müteşekkil oluşunu tam isbat etmiş.
Kainataki her şeyin temelinde dört unsur var; hava, su, toprak ve ziya. Veya; karbon, azot, oksijen ve hidrojen. Her şey ama her şey bu unsurlardan yapılıyor. Öyle ise bu dört unsur kimin ise her şey dahî onundur. Bu unsurları elinde tutamayan ise hiçbir şeye sahiplik veya mutasarrıflık iddia edemez. Risalelerde bu mesele tarla ve tohum ilişkisi üzerinden anlatılıyor. Bir tarlaya ekilen tohumlar kimin ise elbette tarla da onundur. Eşya için unsurlar bir tarla gibidir her şey o tarlada bitiyor. Hatta esir maddesi dahi bütün mevcudata bir menşe’ olmuş. Öyle ise elbette esir maddesinin sahibi kim ise ondan yapılmış her şeyin de sahibi şüphesiz odur. “Feza-yı ulvî bilittifak ‘esir’ ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delalet eder. Meyveler, ağacını; çiçekler, çimenlerini; sünbüller, tarlalarını; balıklar, denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarure; menşe’lerini, tarlasını, denizini, çimengahının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar.” (Sözler 569)
Yedinci Şua’nın birinci makamındaki ondokuz mertebeden birincisi olan semavat mertebesinde semavatın kelimelerinin güneşler, yıldızlar aylar olduğunu öğreniyoruz. Yani semavat konuşuyor. Hangi kelimeler ile konuşuyor? Yıldızlar, güneşler ve aylar kelimeleri ile konuşuyor. Bir sarıçiçek bulunduğu tepe için nasıl bir kelime ise bir yıldız da bulunduğu sema için öyle bir kelime. Yani aynı zamanda bir mühür, bir sikke, bir turra. Diyor ki: “ben kime ait isem bulunduğum mekan yani sema dahi ona aittir. Beni kim idare ediyorsa bütün benzerim olan yıldızları, güneşleri ve ayları da o idare ediyor.” Hal lisanı ile bunu söylüyor. Peki nasıl? Semada kendisi gibi sayısız yıldızlar ve güneşler ve aylar var, gezegenler var ve bütün onlarla uyum içinde hareket ediyor. Adeta bir yıldızın diğer bütün yıldız ve benzeri gök cisimleri ile mükemmel bir haberleşmesi var. Sanki her an hepsi birbiri ile istişare edip öyle adım atıyorlar. Risalelerde bu “ adeta bütün yıldızlara bakar birer gözü var” şeklinde ifade edilmiş.
Bir sarıçiçek nasıl bulunduğu tepede bir mühür ise bir yıldız dahi bulunduğu semada bir mühürdür. “ben kime ait isem bu yerler de ona aittir” diyor, ilan ediyor. Bir hayvan, küre-i arz için aynı şekilde bir mühürdür.
Demek her bir mevcut kendi lisanı ile bağırıp diyor: “ben kiminsem bana benzeyenlerin hepsi de onundur. Bulunduğum yer dahi onundur”
Bu meselenin İkinci Şua ile bağlantı cümlesi bu gelen cümle olabilir: “Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irâe eder.”Bütün emsali ile omuz omuza vermek manası Otuzikinci Söz’de “ben kiminsem bütün emsalimde onundur” şeklinde ifadesini bulmuş. Başımızdaki göz bir ferdi görürken akıl gözümüz nev ayinesine bakabiliyor, böylece nisbeten zaman ve mekandan bağımsız bakabilmeyi talim ettiriyor.
Aynı sarıçiçekten her nerede bulunuyorsa ilan ediyor ki: “benim sahibim, bütün buraların da sahibidir”. Mahlukatın vatan edindikleri yerlerin genişliği bütün bu alanda bir tek sahip ve bir tek tasarruf eden Zât bulunduğunu ilan ediyor ve bununla Vahdeti gösteriyor.
Bütün sarıçiçeklere yapılan muamelenin bitamamiha bir tek sarıçiçeğe de yapılıyor olması ise Ehadiyeti ilan ediyor. (mühr-ü ehadiyet). Bütün küre-i arza yayılmışlık ile beraber her bir sarıçiçeğin tüm sarıçiçeklere olan muameleye bölünmeden parçalanmadan mazhar oluşunu bir arada düşündüğümüzde gördüğümüz ise mühr-ü vahdaniyyet. Yani; hem vahdet hem de ehadiyet tecellisinin bir arada görüldüğü zemin bize vahdaniyeti gösteriyor.
Bir sarıçiçek, sarıçiçek nevinin bir ferdi olmakla beraber tüm nebatat nevine de bir nisbeti (bağı) ve küre-i arza da bir nisbeti vardır. Küre-i arza nisbeti olduğu gibi tüm kainata da bir nisbeti vardır. İşte bu alakadarlıklar muazzam bir intizamı, nizamı ve muvazeneyi ilan eder. Bir tek zerrenin nasıl hareket edeceği bütün kainatı alakadar eden bir meseledir. Zira bütün zerrelerin birbirine nisbeti vardır. Bu nedenle kıyametin kopması bir tek zerrenin yörüngesinden çıkması iledir. Zira bir tek zerre demek tüm zerreler demek. Kainatta küçücük dahi olsa bir boşluğa bir düzensizliğe, bir başıbozukluğa yer yoktur. Elbette insanın bunu iyice derk edebilmesi, kendisinin de nizam ve intizama tabi olmasıyla mümkündür. İnsan, tekvini kanunlar ve teklifi kanunlara uygun hareket ettiği nisbette muvaffak olacak ve kainattaki umumî nizam ve intizamın bir parçası, hatta zembereği olacaktır.
Evet, kainatın hayatı (ism-i Hayy’da da göreceğimiz gibi) insanın hayatı iledir. Kainatın kayyumu insandır. Kainattaki tüm gayeler insana bakar. Zira hayat mertebelerinin en kıymetlisi insanî hayattır.
İnsanın kendi âleminde bir intizamı seyredebilmesi için kendi aklı ile hareket etmekten vaz geçip ortak akılla ittifak etmesi gerek. Nasıl bir zerreden bir yıldıza kadar her mevcut emsali ile uyumlu hareket ediyor ise mü’minin de bütün mü’minler ile uyumlu hareket etmesi hayati önem taşır. Bunu yapamamış olmamızın vahim neticeleri gözümüz önündedir.
Elbette Risalelerin ulvî hakikatlerini okumak, mütalaa etmek çok hem pek çok kıymetlidir fakat bu hakikatleri okuyup hayatımıza bu hakikatlerin gerektirdiği şekli veremezsek, bu boya ile boyalanamazsak bu hakikatlere ne kadar sahibiz? Veya daha hoş ifadesi ile “ne kadar bu hakikatlere aitiz?”.
Biz de o sarıçiçek gibi deriz: “benim sahibim kim ise bütün insanların sahibi de odur. İnsanî berzah olan kamil insanların sahibi kim ise gayb ve şehadet aleminin de sahibi O’dur. Şu an bulunduğumuz dünya da O’nundur, gideceğimiz berzah da, kabir de Cennet de Cehennem de O’nundur. Bulunduğumuz ve bulunacağımız tüm alemler de O’nundur. Din de O’na hastır. Peygamberleri de kutsal kitapları da gönderen O’dur. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.”
Dünyadaki her bir mü’minin, kainattaki her zerre kadar kararlı ve dik bir duruşla muhatabına: “benim sahibim ve her şeyin sahibi Allah’tır; sen bana dalalet namına belki din namına bir şeyler teklif ediyorsun fakat hepimizin sahibi ve mutasarrıfı Allah’tır. O’nun emri ve izni dairesinin dışına çıkmam, çıkamam” dediğini düşünebiliyor musunuz? Evet Otuzikinci Söz’deki zerreden güzelce dersimizi alıp her birimiz bizzat ve tamamen Allah’a bağlansak ve istişare ile ortak aklın gereğince hareket etsek Asr-ı Saadet’e benzer bir hayatımız olmaz mı?
Risale-i Nur kainatı okuyor, her zerrenin her yıldızın, her mevcudun hal lisanı ile dediklerine tercüman oluyor. “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar” (Kastamonu Lahikası s.11)
Yıldızları konuşturan bir yıldızname ile tamamlayalım:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i renginine,
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör, ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlimçeşm-i dil erbâbına,
Sanki âyâtın Hüdâ nur ile tahrir eylemiş.
Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’an-rübâ-yı kâinat,
Bak, ne âli bir temâşâdır feza-yı kâinat.
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Nâme-i nurîn-i hikmet bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i sultanına,
Birer burhan-ı nurefşânız vücub-u Sânie; hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazeninmu’cizâtı çün melek seyranına,
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-yı hilkatten semâvâtşıkkına, hep kehkeşanağsânına,
Bir Cemîl-i Zülcelâlin dest-i hikmetiyle takılmış binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvîâşiyâne,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i Cebbar, birer tayyareyiz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin birer mu’cize-i kudret, birer harika-i san’at-ı Hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz abîdâne
Zikrederiz, kehkeşanın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.