Ahmet AY
İnsanlara birşeyler anlatmaya çalışırken en çok çektiğim sıkıntı
İnsanlara birşeyler anlatmaya çalışırken en çok çektiğim sıkıntı; anlattıklarımın, hayatımdan bekleniyor oluşudur. Ne zaman karşımdakinin benden böyle bir beklenti içinde olduğunu tasavvur etsem, söylemeye hevesim kaçar düşündüklerimi. Zira, eğer öyleyse, şu benim omzuma yüklenen ağır bir yüktür. Ben, bu yükü kaldıramam.
Yanlış anlaşılmasın. Elbette iyi bir insan olmak isterim. Ama iyi insan olmak, yalnızca istemekle olmaz. Benimkisi gibi kuru istemekle hiç olmaz. O nedenle de yazdıklarımdan insanların olmadığım bir ben'i tahayyül etmesi, asıl ben'i rahatsız eder. Zannın fazlası sakıncalıdır. Hüsnüzannın bile... Ben de rahatsız olurum. Olmadığım birşey gibi davranmaktan Allah'a sığınırım.
Yapmadığım iyilikleri söylemek değil bu. Bana bağlı birşey de değil. Eskiden beri, güzel şeyler anlatanlar hakkında sahip olduğumuz bir yüceltme refleksi. Onların da 'kuru üzüm dalı' gibi olabileceğini düşünmeden giriştiğimiz bir renklendirme. Dilinden sunulanın ondan sanılması. Ayna ile güneşin karıştırılması. Perde olduğunun ve ancak perde olabileceğinin unutulması. Gafletin bir derece masum, hoşgörülen; ama yine de sakıncalı hali. Anlatıcıdan istifadeyi arttıran, fakat anlatıcıyı çok zor durumlarda da bırakabilen bir tahayyül. Zatın yerine delilin geçtiği bu asırda, bununla da uğraşmak gerek. Kazıye-yi makbulenin ateşi sönmüş, Bediüzzaman böyle söylüyor. Devir, artık burhan devri.
Yazdığım kitlenin içinde böyle insanların olması beni rahatsız eder. Çünkü onlar, sözlerinize değil, daha çok tavırlarınıza bakarlar. Ağzınızdan çıkan bin altını, hayatınızdaki bir bakır yüzünden kaldırıp çöpe atarlar. Halbuki siz, hakikati anlatırken; istediğiniz, zatınıza duyulacak bir muhabbet değildir. Bunu arzu etmezsiniz, etmemelisiniz. Siz sadece; size açılan, farkettirilen bir güzelliği kardeşlerinizle paylaşmak istersiniz. En az onlar kadar muhtaçsınızdır çünkü ona.
Fakat zorlar böyleleri sizi tebliğ yolunda. Söylediğinizden ötürü size hayalî bir rol biçer; oraya, istemeden sizi oturtur; sonra da uymayınca hesap sorar, küser. Ağzınızdan çıkan bal da olsa sirke muamelesi yapar. Yanlış yere kanalize olmuştur çünkü. Balı sizden sanmıştır. Bu sanması, yani zannı, onun tuzağı olmuştur.
Hz. Nuh aleyhisselamın, Kur'an'da iki kere geçen bir serzenişi vardır kavmine. Ben ne zaman o serzenişi okusam, aklıma işte bu mesele gelir. Der ki oralarda Nuh Efendim: "Ben size bir meleğim de demiyorum." Nedense, çok dokunur bana bu ayet. Hakikaten, hakikat anlatıcılarının ne zaman böyle bir iddiası olmuştur? Her birisi, önce nefsine demiş, önce kendisini mihenge vurmuştur. Onlar böyle yaparken, sofra arkadaşlarına ne olmuştur ki; hakikatin tamamını onların hayatlarından bir melek mükemmeliyetinde beklerler? Bu mümkün müdür?
Böyle insanlarla sık karşılaşınca insan düşüncelerini paylaşmaktan da soğur. Çünkü fıtratında, taşıyamayacağı yükü yüklenmekten kaçmak da vardır. Sırf bu yanlış beklenti ve telkinden dolayıdır ki; bir toplumda güzeli anlatanlar azalır, günahını anlatanlar çoğalır. Çünkü günahını anlatmak, böyle bir yük yüklemez insana. Aksine, yükünden almakla rahatlatır.
Bir zaman ben de böyle düşünerek insanlarla aklıma gelen şeyleri paylaşmaktan hayâ ediyordum. "Beni birşey sanacaklar, taşıyamayacağım!" diye üzülüyordum. Fakat daha sonraları Barla Lahikası'nda rastladığım kısacık bir mektup, benim bu yaramı tedavi etti. Üzerimdeki yükü aldı, beni kendime getirdi. O mektupta talebesi Hüsrev'e aynen şöyle diyordu Bediüzzaman:
"Bahtiyar kardeşim Hüsrev,
Şu Risale bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, mübarek şakirtleri, içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hazine-i kudsiyesinin sandukçaları olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına muhteşem ve müzeyyen bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin."
İşte bu mektuptaki serbesti beni kendime getirdi. Öyle ya, ben de bu sofrada aldığı dersi arkadaşlarına söyleyen, müzakere ve müdavele-i efkâr eden, kıymetter mücevheratı birbirine ve müşterilerine gösteren birisiydim. Öyleyse kendimi sıkmama, insanların bana yüklediği hüsnüzannın altında ezilmeme ne gerek vardı? Bu hüsnüzan onların hatalarıydı. Zira Bediüzzaman, onlara, anlatıcının konumunu böyle biçmiyordu. Anlatıcı, içlerinden herhangi birisi gibi, bir arkadaştı sadece. Kendi dersini çalışmış, arkadaşlarına sunuyordu. Bundan fazlası değildi ve öyle olduğu sanılmamalıydı. Abilik, şeyhlik değil, arkadaşlıktı.
Bu dersi, bu metinden alıp rahatladım. Ondan sonradır ki, insanlara aklıma gelen birşeyleri anlatırken şeytanın sağdan (değil soldan) kulağıma üflediği "Sen bu makamın adamı mısın? Sus, anlatma artık!" tarzında bir vesveseden kurtulmuş oldum. Evet, hakikaten ben o makamın adamı değildim. Ama Risale-i Nur mesleğinde de o makam, şeytanın anlattığı gibi değildi. Arkadaş makamıydı. Ve arkadaşların birbirlerine düşüncelerini anlatmaları için kendilerine daha üst bir konum biçmelerine gerek yoktu. Kibirlenmelerine kapı yoktu. Ben de böylece bir ders aldım, rahatladım. Bana bu dersi aldıran Rabbime şükür. O zaten hiçbir kuluna taşımayacağı yükü yüklemez.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.