Afife ARTIK
İntisab ve istinad kuvveti
İkinci Şua’yı Anlamak-27
Firavun’un sarayını yıkan bir karıncayı hiç hayal ettiniz mi?
Doğrusu akla hayale sığmıyor. Firavun’un sarayını görmemiş olmakla beraber kendi nefsimin firavunluğundan “bir saray yaptırsan nasıl olurdu?” sualine “gayet muhkem ve gösterişli olurdu” cevabını alıyorum. Peki bir karınca nasıl olur da bir sarayı yıkabilir?
Aslında bu hadisenin benzerleri kainatta sıklıkla olagelmekte. Bütün sebepler ve onların müsebbebleri arasında hadsiz bir manevi mesafe var. Hangi sebebe bakarsak bakalım, müsebbebi ile arasında çok büyük bir nisbetsizlik var. Göz ile görmek, kulak ile işitmek, güneş ile aydınlatmak arasında çok büyük bir mesafe var. Maddeten ise bunlar mukarrin göründüklerinden sanki sebepler o müsebbeblerden imiş gibi algılanıyor. Ağaçtan meyvenin gelmesi yani; gönderilmesi gibi.
Etrafımızda bu kadar muazzam neticeler adi sebepleri eli ile bize gönderilir iken neden hayretle kainatı seyredemediğimiz ise ayrı bir hüzün konusudur. Tafekkürün nurundan mahrum kalışımızdır.
Tavuğa ve yumurtasına, arıya ve balına, ineğe ve sütüne bakıp da hayretler içinde kalmayışımız sadece cehaletin yakın akrabası (galiba kız kardeşi idi) olan ülfet sebebi iledir. “bir karınca Firavunun sarayını yıkıyor” dediğimizde ise ülfetin müdahale imkanı kalmıyor zira gözümüz önünde her gün bir karınca bir sarayı yıkmıyor. Hakikat nokta-i nazarından bakacak olursak bir karıncanın bir sarayı yıkmasından daha az acib değil aslında bir arının bal yapması.
Karınca intisab ve istinad kuvveti ile sarayı yıkması gibi güneş de intisab ve istinad kuvveti ile ısı ve ışık veriyor, arı da aynı kuvvet ile bal yapıyor ve tavuk da aynı kuvvet ile yumurta yapıyor. İpek gibi yumuşak kök ve damarlar aynı kuvvet ile kayaları şakk ediyor, nazenin yeşil yapraklar aynı kuvvet ile yazın hararetinde yeşil ve yaş kalıyorlar ve ila ahir. O kadar çok hadise gözümüz önünde vuku buluyor ki ve her hepsi de bir karıncanın Firavun’un sarayını yıkması veya bir sineğin Nemrud’u gebertmesi kadar harikulade ve fevkalade.
Hatta insanın bedenindeki hastalıklar bile böyledir. Her insanın bedeninde o insanı rahatlıkla öldürecek kadar zararlı madde mevcuttur ama emir gelmeyince hareket de olmaz ve Allah’ın musahhar bir memuru olan hastalık da gelemez. Emir gelince ise bir faaliyet başlar ve gerekli farklı tavırlar vücuda çıkarılır.
Bir böbreğin acaba o kadar analizleri ve kimyasal işlemleri yapması pek mi normal? Peki ya karaciğerin gördüğü işler bir et parçasının takatı dahilinde midir? Göze ne demeli, peki ya kalb… evet her şey ama her şey o kadar mucizevi bir birliktelikle devam ediyor ki süreklilik arzeden bir düzen ülfete sebeb olup fevkalade işler nazarımızda sıradanlaşıveriyor.
Hakikate bir bakabilsek. Bizde olan nedir? Bu görmek, konuşmak, işitmek, hissetmek, sevmek, buğzetmek gibi sayısız hisler ve aletler sıradan mıdır?
Kimin keremi ile böyle latifane besleniyoruz ve kimin merhameti ile böyle koca kainat bize hizmet ediyor?
Mazhar olanların bütün mazhariyetleri intisab ve istinad kuvveti iledir. Yani; Cenab-ı Hak ile olan rabıtası ve O’na dayanması iledir.
İçinde bulunduğumuz İsm-i Ferd’in Dördüncü İşaretinin Birinci Noktası’nda Ferd ve Ehad’e intisab ile küçük bir şeyin adeta her şey kuvvetinde imiş gibi büyük işlere mazhar olabileceğini okuyoruz.
Askere kaydolup ordunun arkasındaki devlet kuvvetine dayanan adi bir neferin ne işler yapabileceği misali konuya açıklık getiriyor.
Elbette kainatta cari olan bütün kanunlar bilbedahe insan için de caridir. Bu Risalenin müellifinin hayatını, yaşadıklarını nazara alacak olsak hayretle sorarız: “nasıl dayanmış, o dehşetli düşmanlar dünyaca ve maddi kuvvetçe bu kadar güçlü iken nasıl onlara mukabele edebilmiş, ne ile dayanmış?” Dördüncü Şua’da ifadelendiği gibi “elleri bağlı bir tek adama ordular hücum ediyor”. Tam da böyle bir durum söz konusu, yirmibir kere zehirlenmek, şehir şehir sürülmek, Afyon ‘un meşhur gavur soğuklarında penceresinde cam olmayan sobasız koğuşa atılmak ila ahir-i mezalim…
Evet “görmediğimi yazmadım” diyen Bediüzzaman tek başına bir ihtiyar görüntüsü altında öyle bir kuvvet bulmuş ki onca zulmün ve zalimin karşısında vücudu devam etmiş ve zalimler artık azapta iken o halen iş başında tenvire çalışmaktadır.
Demek öyle bir Ferd-i Ehad’e intisab ve istinad etmiş ki eseri bu kadar göz kamaştırıcı olmuştur. Allah’ın havl ve kuvveti ile bu eserler kıyamete kadar ölü kalbleri diriltecek ve susmuş vicdanları uyandıracaktır inşallah. İşte istinadın ve intisabın fevkalade kuvveti.
Bu noktada akla “peki düşmanları neden bir derece muvaffak oldu” sorusu gelebilir. Bu sualin cevabı Risalelerde çok yerlerde var. Hülasası budur ki: tahrip kolaydır ve az bir amel ile ins ve cin şeytanlar büyük tahribe sebeb olabilirler. Bir şey vücuda getirmiyorlar ki çok çalışmak gereksin, bir sarayı yakmaya bir kibrit yeter. Bir de bu var ki ihlas ile kim ne isterse Allah verir, kafir dahi olsa, kainattaki fıtrat kanunlarına uyarak samimiyetle bir işi takip etse muvaffak olur. Hatta ehli dünya birbiri ile öyle sıkı ittifak ediyor ve aşağılık adamlarla da olsa gayeleri için öyle uhuvvetkarane hareket ediyorlar ki muvaffak oluyorlar. Ehl-i din ise ittifakı kaçırıp birbirine tenezzül etmediklerinden İslamın izzetine yakışan beraberliği temin edemiyorlar. Bu konu Yirminci Lem’a’da izah edilmiş.
Zat-ı Ferd-i Ehad’e intisab eden hadsiz bir kuvvet bulur ve harika işlere mazhar olabilir. Bu intisabı bilmeyen ise kendi kuvvetine güvenmekle pek çok zahmetler görmekle beraber pek cüz’i işler yapabilir. Aynı Birinci Söz’ün sol yoldan giden yolcusu gibi herşeyden korkar titrer ve hadsiz ihtiyaçları içinde perişan olur.
Bir dahaki seferimizde İsm-i Ferd’in İkinci Nokta’sından devam edeceğiz İnşallah.
La havle ve la kuvvete illa billah…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.