Ayşenur KAHVECİ
Irkçılığın önderi şeytan değil mi?
Madem yapan bilir, öyleyse bilen konuşsun:
"Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir." (Hucurat-13)
Ama bize ne kadar da zor geliyor beğenmediğimiz bir ırktan olan din kardeşimize kucak açmak. Ne kadar ağır geliyor, Rabbimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir, öyleyse biz kardeşiz demek.
Oysa bu öyle korkunç bir davranıştır ki, insanı iki dizinin üzerinde cehenneme götürecek mahiyettedir. Sahabe “namaz kılsalar bile mi Ya Resulullah?” diye sorduğunda “namaz kılsalar bile…” cevabını almamıza rağmen… Resul-ü Kibriya Efendimiz “ırkçılık için savaşan, ırkçılık için ölen, ırkçılığa davet eden bizden değildir!” demesine rağmen…
Efendimiz nasıl da telkin etmişti bize ahirete göçmeden önce. Nasıl bir ümmetin ferdleriyiz ki önderimizden bîhaber kalmışız asırlardır. Nasıl bir laubaliliktir ki bu, Rabbül Alemin’in “habibim” hitabına mazhar olmuş kulunun öğütlerine lakayt kalıyoruz çekinmeden, sıkılmadan… Şu dünya köyünün şımarık bir çocuğu gibi olmuşuz adeta. Ne denirse densin, ne öğütlenirse öğütlensin “banane, banane” dercesine yaşıyoruz hâlâ.
Hakiki ırklar levh-i mahfuzda belli olacakken, Kürt kendini Türk, Türk de kendini Kürt zannederken, Resullullah Efendimiz bizlere sıkı sıkı “Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır” diye tembih ederken biz hâlâ tüm gücümüzle bu cahiliye adetini her fırsatta kemal-i iftihar ile temeddüh ettiğimiz modern dünyamıza kadar getirmiş ve öldürmemek için, diriliğini ve tazeliğini korumak için onu kin ve nefretimizle sulamışız, suluyoruz.
90’lı yıllarda, doğunun bir köy meydanında, tüm köylünün önünde komutana hesap soran amcanın haykırışına bakınız:
Komutan:“Söyle bakalım amca, hesap ver bize! Neden senin oğlun dağa çıktı” diye hesap sorunca amca bütün cesaretiyle “Asıl siz bana söyleyin bakalım! Benim diğer oğullarımı tüm köylü bilir. Hamiyetli gençlerdir. Ben o oğlumu size göndermiştim. Siz ne yaptınız da oğlum dağa çıktı? Bana hesap verin!” diye karşı çıkar suçlamalara ve aşağılamalara.
Bilindiği üzere Bediüzzaman Hazretleri milliyetçilik bahsini Türkçülüğe binaen kaleme almıştır. Demek Kürtçülüğün doğmasının temelinde Türkçülük yatmaktadır. O yüzdendir belki de bu amcanın haykırışı. Ayrımcılık yapmayın, hor görüp küçük düşürmeyin dercesine bir haykırıştır belki de…
Üstad Hazretlerinin cay-ı dikkat bir ibaresi vardır 26. Mektub’ta: “Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir.” Bunun açık ve kuvvetli bir delili şöyle vuku buluyor yıllar önce:
Erzurum’da, üniversitede hoca öğrencilerine kafataslarını anlatır. Türk ve Kürdün kafatasları arasındaki farkı izah ederken ekler: “Ben sizin kafataslarınıza baktım. İçinizden sadece bir arkadaşınız Türk kafatasına sahip, o da şudur” der ve bir talebeyi gösterir eliyle. Gösterdiği talebe ise ayağa kalkar ve itiraz eder:
“Hayır hocam! Ben Kürdüm.”
Demek bir muammanın peşine düşmüşüz ve yıllarca bölünmüşüz. Zira kocaman bir ekmeği bir lokmada yutmak zor olsa gerek. Evvela bizi bölmeleri gerekiyormuş ve bölmüşler. Osmanlı Devleti ne büyük bir lokmaymış. Parçalaya parçalaya yutmuşlar. Doymamışlar, hâlâ parçalayıp yutmak derdindeler. Bizler ise önümüzde Resullullah Efendimiz (asm) gibi bir nâsihimiz, rehberimiz varken, Kur’an gibi bir ışığımız varken yine kaybettik, yine aldandık, yine oyuna geldik. Bizi minik minik lokmalara bölüp yutmalarına göz yumduk. Hatta buna destek olduk. Birbirimizi servis ettik.
Üstad Hazretlerinin ehl-i imanı, Avrupa bu kadar terakki ederken geride bırakan manevi tıpta çığır açacak teşhislerini hatırlayalım. Altı manevi hastalığımızın birisi de ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemektir. Rabbimiz bir, kıblemiz bir, dinimiz bir deyip ittifak etmemektir. Dolayısıyla bu rabıtalardan mahrum kalıp parçalara ayrılmak, birbirimize bağlanamamak, tutunamamaktır. Demek menfi milliyetçiliğin, insanın maddi cihette terakkisine dahi büyük darbesi oluyor.
Size yıllardır bizzat şahit olduğum hadiselerden örnek vermek istiyorum. Suudi Arabistan’da yaşamam hasebiyle buralardan anlatacak hatıralarım, izlenimlerim oluyor. Fark ettim ki, insanlarımızın birçoğu buradaki Arap kardeşlerimiz hakkında iltifatkarane veya takdirkarane ifadelerime tahammül edemeyip, aksini isbata kalkışıyorlar. Bakıyorum, neredeyse kimse de Araplara karşı bir kardeşlik hissi göremiyorum. Oysa ki, Üstad Hazretleri şark tarafındaki vatandaşlara düşmanlık besleyip onlara karşı cephe almanın çok zararları ve tehlikeleri vardır derken güney tarafındaki dindaşları da katmıştır. Ve hatta şöyle eklemiştir:
“Cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın, cenuptan gelen Kur’an nuru var, İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. O dindaşlara adavet ise, dolayısıyla İslamiyete, Kur’an’a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!” (Mektubat)
Üstadımızın bu konudaki hassas yapıcı tavrı, hoşgörüsü ve nezaketi kat’i surette hepimiz için örnek olmalı. İstanbul’daki Kürt hamalları, birkaç ırkçı tahrik ettiğinde ne kadar da tatlı teskin etmiş, yol göstermiştir:
“Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti.”
Bu bir birlik çağrısı değil de nedir?
Bugün ise birileri çıkıp, belki canı pahasına kimsenin cesaret edemediği veya beceremediği bir fedakarlıkta bulunmaya niyet ediyor ve çabalıyor. Yine biz itiraz ediyoruz en başta. Sanki yıllarca dökülen kana doymamışız gibi hâlâ bir çoğumuz “Olur mu öyle şey, asalım! Keselim!” şeklinde ahkam kesiyor.
Anlaşılan bizim bu hususta bir başka sıkıntımız da kadere ve adalete imanımız oldukça zayıflamış. Hırsımız, kinimiz ve intikam isteğimiz öyle esir almışki mantığımızı, hainlerin hesabını sorup, cezalarını biz verelim istiyoruz. Oysa, gücümüzü aşan davaları mahkeme-i kübraya bırakıp, sabırla o günü beklemek asaletini de gösterebilmeliyiz. Aksi halde bu içimizdeki milliyetçilik damarını tahrik edip şeytanın da yardımıyla bizi menfi ırkçılığa sürükleyecektir. Zira bu davanın önderi şeytan değil midir? İblis değil midir ilk milliyetçiliği yapıp şeytanlaşan.
Ruhun bir ırkı yoktur. Aklın bir ırkı yoktur. Cismin bir ırkı yoktur. Bedendeki hücrelerin bir ırkı yoktur. Demek bu hissiyat, imtihan için verilmiştir. Ve ayette buyurulduğu gibi birbirimizi tanıyıp, destek çıkalım, yardımlaşalım diye kabile kabile yaratılmışız.
Bakın, Yüce Rabbimiz ne hoş bir çağrıda bulunmuş alem-i İslam’a:
“Allah’ın dinine ve Kur’an’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın.” (Âl-i İmran-103)
Bizi kendine muhatap kabul edip, konuşmak lütfunda bulunan Rabbim, hakikatleri idrakımıza, yaşayıp, yaşatmamıza da yardım etsin inşaallah. Âmin…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.