Mustafa AKCA
İslamcılık ve Said Nursi’nin İslamcılığı
Ramazan ayı süresince Risale Haber’de tefrika ettiğimiz “Fetret Dönemi” hakkındaki yazılarımız; dolaylı olarak Türkiye’de İslamcılık faaliyetleri üzerine yapılmış tahlilleri de içermekteydi. Ramazan’ın ilk haftasında başlayan İslamcılık tartışmaları üzerine yazmayı istemiştim; kısmet bugüne imiş.
Öncelikle “İslamcı” tesmiyesinin neye tekabül ettiği üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Şüphesiz İslamcı denildiğinde Şafii, Hanbelî, Hanefi; Şii, Mutezile, Ehl-i Sünnet; Süleymancı, Nurcu, Rufai, Kadiri… gibi tasniflerden birisine tekabül eden bir sınıftan bahsedilmemektedir. Zira bunların hepsine de Müslüman denildiği ve İslam ümmetinden oldukları malumdur. Dolayısıyla “İslamcı” tabirinin bu sınıflandırmalardan başka bir şeye atıfta bulunduğu açıktır. İslamcı olan ile İslamcı olmayan arasında bir “din farkı” yoksa o zaman başkaca bir farklılaşmanın varlığından söz edilmektedir. Bu farkın düşünce düzeyinde de, tarihsel bağlam düzeyinde de coğrafya düzeyinde de ortaya konulması, tartışmayı daha berrak bir ortama taşıyacaktır.
İslamcılık tartışması yapanların, her Müslüman’ı İslamcı görmedikleri açıktır. Öyle olsa İslamcı kavramına gerek kalmaz; Müslüman denilir, geçilirdi. İslamcı tabirinin kullanılması gerekmişse, başkaca bir tasnif durumundan bahsediliyor demektir.
İslamcı tabiri yerine, bazılarının önerdiği gibi, “Müslümancı” tabirinin kullanılması pek kabul görecek gibi değildir. Zira hem semantik açıdan, hem gramer yönünden bakıldığında; -cı,-cu eklerinin ifade ettiği bir “idea/felsefe” ya da bir “sanat” öneremeyen Müslüman kelimesine –cı ekini getirmek uygun düşmez. Hem, tarihsel olarak ne Müslümancı kelimesinin izafe edilebileceği bir duruma rastlanılır, ne de İslamcılık tartışmalarından veya tariflerinden böyle bir durum ortaya çıkabilir.
İslami literatürde “İslamcı olan -İslamcı olmayan” gibi bir tasnife rastlanılmaz. Gerçi, Ali Bulaç’ın başını çektiği kişilerin gündeme tekrar getirdiği Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'nin Makâlâtü'l-İslâmiyyîn ve İhtilafu'l-Musallîn adlı eserinde “İslamiyyin” kelimesinin "İslamcılık"’ı anlattığı gibi bir iddia varsa da; İmam Eş'arî'nin kullandığı "el-İslâmîyyîn" tabirini, o dönemlerin sosyolojik ve bilimsel kimyasına uygun olmayan şekilde "İslamcılık" diye tercüme etmenin pek de uygun olmayacağı açıktır. Burada daha çok bir nisbetten bahsedilebilir ki “Müslümanlar” ya da "İslam dinine mensup olanlar" manası çıkar. Tıpkı “Musallin” kelimesinin “Namazcılar” şeklinde değil “Namaz kılanlar/namaz ehli” şeklinde tercüme edilmesi gerektiği gibi. Zaten Müslümanlar da birbirlerini böyle (İslamcı/İslamcı değil) çağırmazlar. Onlar için kendilerinden olan bir sınıfa dâhil olanların hepsi de (Şii, Sünni, Hanefi, Kadiri, Nurcu, Süleymancı, vs. gibi) Müslüman olarak tesmiye edilirler. İslam’da ve Müslümanlar arasında bir sıfat olarak “Müslüman” vardır, “münafık” vardır, “kâfir” vardır, “müşrik” vardır, “fasık” vardır.
Bu kategoriler, bizzat Kur’an tarafından ortaya konulmuştur. Öyleyse İslamcı olan – İslamcı olmayan şeklinde ortaya konulan yeni bir tasnifin Kur’ani kaynaklı olmadığı; sonradan ortaya çıktığı söylenmelidir. O zaman, eğer birisi Müslümanlar arasında “İslamcı-İslamcı değil” gibi bir tasnife girişerek bir süreci başlatmışsa; bu kişi ya gayr-i Müslim olmalıdır ya da müsteşrik kafa ile Müslümanlara yaklaşan bir oryantalist Müslüman figürdür. Yani, İslamcılık denilen düşünce/hareket içerisinde olduğu söylenen kişiler kendilerini bu kavrama nisbet etmiş, İslamcılık denilen kavramı kendi üzerlerine yapıştırmış, kendilerini böyle tarif etmiş değillerdir. İslamcılık üzerine yapılan araştırmaların ortaya koyduğu şey de “baskın/hâkim duruma gelmiş modern Batı’ya karşı durumu değiştirmeye yönelik bir Müslüman “aydınlanma/ihya” düşüncesinin tartışılacağı bir sürecin ortaya çıktığı; sonradan bu düşünce ve hareket birliği/benzerliği içerisinde olan kişiler ve guruplar için “İslamcı” tabirinin kullanılmaya başlandığı” şeklindedir.
Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük gibi Osmanlıyı ve İslam ümmetini, tabiri caizse kurtarma çarelerinin arandığı bir ortamda; Müslümanlar ile İslamiyet arasındaki örtüşme düzeyinin oldukça azalmasını, geri kalmışlığın en büyük sebebi olarak gören ve bu uzaklaşmanın yakınlaşmaya çevrilmesi gerektiğini savunanların ileride “İslamcı” tabiriyle tarif edilmesi; elbette Osmanlıcılık, Batıcılık veya Türkçülük düşüncesini savunanların Müslüman olmadıkları gibi bir anlamı ifade etmeyecektir. Burada, duruma hangi zaviyeden bakıldığına matuf bir kavramlaştırma söz konusudur.
Şunu söylemek gerekir ki, Batıcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık gibi İslamcılık da Müslüman dünyanın –gerçekte bütün diğer dünya halklarının ve Batıya ait tüm diğer unsurların- “yeni/modern” Batı karşısında yenilgi durumunda oldukları bir halet-i ruhiyyede yeşermiştir. Çıktığı ortam itibarıyla “de facto” bir durumdur. Osmanlının son döneminde; Müslümanların tekrar ayağa kalkması için pek çok ideolojik görüş ortaya atılmıştır. Fakat neredeyse bu görüşlerin hemen hepsinde de ana ya da dolaylı bir hedef olarak Osmanlının ayağa kalkması ile Müslüman dünyanın ihyasının paralel olduğu savunulmuştur. Ali Bulaç’ın işaret ettiği “Birinci nesil İslamcılar”ın hepsinde bariz şekilde ortaya çıkan merkezcil fikir Devlet-i Aliyye’nin devamının sağlanmasıdır”.
Bu manada çare arayan ve argümanlarında İslam’ı temel ve vazgeçilmez olarak ele alan herkese ve her tefekkür girişimine İslamcı denilebilir. Bu ilk dönemde Mustafa Sabri Efendi’yi de, Muhammed Abduh’u da, Mehmet Akif’i de, Şehbenderzade’yi de, Said-i Nursi’yi de İslamcı olarak nitelendirmek mümkündür, hatta kaçınılmazdır. Osmanlının yıkılması, İslamcılığın olduğu kadarıyla diğer düşüncelerin de seyrini değiştirecek, artık “birinci nesil” ideologlar –bu arada İslamcılar- arasında da bir farklılaşma meydana gelecektir. Zira birinci neslin ortak noktaları olan Osmanlı artık yıkılmıştır.
Bu farklılaşma Osmanlı’nın neden yıkıldığı sorusuyla başlar ve bundan sonra ihya/tecdid/terakkinin nasıl olacağı üzerinde devam eder. İslamcılığın seyri de İslamcıların durumu da farklılaşmaya başlamıştır. Osmanlı döneminde olsa aynı kategoride değerlendirilebilecek şahıs/grupların, Cumhuriyet döneminde birbirlerinden hizmet/hareket/siyaset yönünden farklılaştıkları bariz şekilde görülebilir. Cumhuriyetin ilk döneminden 1960 Mayıs darbesine kadar olan dönemi “İkinci nesil İslamcılık” anlayışı olarak görmek mümkündür. Zira ortada her şeyi demir yumrukla idare eden bir devlet yapısı oluşmuş, İnkılaplar icra edilmiş, Hilafet kaldırılmış, Tek partili faşist bir yönetim durumuna geçilmiştir. İnkılapların icra edilmeye başlandığı dönemde Osmanlıda aynı harekette yer alan İslamcılar ise biri siyasal diğeri sivil olmak üzere iki farklı davranış biçimi geliştirmeye başlamışlardır. Bu, gerek Türkiye’de gerekse diğer Müslüman ülkelerde benzer bir durum arz etmiştir.
Osmanlının dağılmasını takip eden dönemde; Batı karşısında yeniden ayağa kalkma, yenilgiyi fütüvvete dönüştürme çalışmaları, “tecdit hareketleri” olarak devam etmiştir. Farklı formatlarda ortaya çıkan bu hareketleri çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür. Colin Turner’ın yaklaşımı iyi bir tasnif sunabilecek mahiyettedir.
Colin Turner’in meşhur makalesinde “Bediüzzaman’ın müdafaa ettiği inkılâp Tahran, Kahire veya Cezayir sokaklarında çığırtkanlığı yapılan cinsten bir inkılâp değildir. Risale-i Nur’un inkılâbı zihinlerde ve kalblerde, ruhlarda ve nefislerde inkılâptır. Bu bir İslâm devrimi değil, iman inkılâbıdır. Bu da iki seviyede gerçekleşir. Müslümanları taklidî îmandan tahkikî îmana, inanmayanları ise enenin kulluğundan Allah’ın kulluğuna eriştirecek şekilde tanzim edilmiştir. Batıyı hâkimiyeti altında tutanların Risale-i Nur’dan dehşet almaları bu yüzdendir” der.
Colin Turner’ın tasnifine bakılırsa İslamcılar İran’da başka, Mısır’da başka, Türkiye’de daha başkaca yöntemlerle İslam’ın ihyasını/tecdidini savunmaktadırlar. İran'da belirli bir din adamı sınıfının yönetiminde/bir nevi teokrasiyle, tepeden inmeci, zorlayıcı, tek taraflı ve tek mezhebe göre radikal bir değiştirme (değişme değil) düşüncesine sahip ve jakoben bir siyasal yapıyı netice verecek hareketler ortaya çıkmıştır. Bunun karşısında, tamamen Batıcı olan bir şahlık rejimi vardır. Yanısıra, Seyyid Kutub ve Ali Şeriati gibi bir kısım İslamcı aydınlar, başkaca bir teklif de sunmaktadırlar.
Mısır’da İhvan-ı Müslimin Hareketi ile Osmanlının son döneminde Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani, II. Abdülhamid gibi şahsiyetler ve İttihad-ı Muhammedi gibi cemiyetlerle başlayan, Cumhuriyet devrinde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, MNP, MSP, RP gibi siyasal partiler ile devam eden, “politik enstrümanlarla” devlet erkini dönüştürmek eksenli, iktidar odaklı bir dönüştürme düşüncesi ortaya çıkmıştır.
İmani esasların derinlemesine tetkiki ile modern Batı felsefesinin Kuran’i eleştirisi siyasal İslamcılığın birinci önceliği değildir denilebilir. Bu düşünce, belirli bir Müslüman kitlenin varlığını, bu kitlenin yaşadığı bir Müslümanlığın yeterli düzeyde olduğunu, Müslümanların İslamiyet’le olan ilişkilerinin az çok doğru şekilde seyrettiğini, imani meselelerin doğru şekilde anlaşıldığını “varsayarak” yıkılmış İslam devletinin ve dağılmış İslam ümmetinin siyasal olarak tekrar inşa ve ihyasının peşindedir. Eninde sonunda, bu düşünce için İttihad-ı İslam politik bir kavramı ifade eder.
Bediüzzaman bu tip İslamcıları Cumhuriyet devrinde geliştirdiği bir kavram olarak “İttihad-ı İslam Partisi” olarak isimlendirir ve “Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır. İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır” der.
Dört Partinin, aynı zamanda Osmanlının son döneminde oluşmuş Osmanlıcılık, Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık düşüncelerinin de uzantıları olduğu, biraz dikkatle anlaşılabilir.
Paragraf üzerinde tahlile girişildiğinde iki sonuç ortaya çıkmaktadır: Ya partinin % 60-70 vekili, delegesi vs. tam dindar mütedeyyin olacaktır; ya da milletin % 60-70’i tam dindar mütedeyyin olacaktır. Her iki durum da gerçekte birbirinin sebep ve sonucudur. Zira % 60-70 vekili, delegesi vs. tam dindar mütedeyyin olan bir partinin iktidara gelmesinin sebebi onların bu özelliklerini tam idrak ile ve tam ihtiyar ile ortaya koyacak çoğunluğun onları seçmesidir. İktidar olmaları, çoğunluğun kendileri gibi düşünüp yaşamaları sebebiyledir, sadece kendi dindarlıkları sebebiyle değil. Öyle olmasa, iktidar oldukları halde muktedir konumda olamayacaklardır.
Yüzde 60-70 tam dindar/mütedeyyin olandan kasıt eğer halk kitlesi ise ki bu Bediüzzaman’ın hayat hikâyesiyle fazlasıyla örtüşen bir anlam ifade eder, zaten istenilen olmuş, halkın çoğunluğunda tam dindarlık ve mütedeyyinlik ortaya çıkmış demektir. Bu, politik İslamcılığın varabileceği en tepe noktadır denilebilir.
Osmanlıdan beridir İslamcılık Hareketi içerisinde sayılan kişilerle beraber çalışmış Bediüzzaman İslamcı sayılabilir mi? Şüphesiz, Osmanlı Döneminde yayınladığı eserler, irad ettiği hutbeler, meydan konuşmaları, münazaraları ve katıldığı sivil inisiyatiflere bakılırsa Bediüzzaman’ın “Birinci Nesil İslamcılar” arasında sayılabileceğini söylemek yanlış olmaz.
Said Nursi’nin, diğerleri gibi İslamcılığın seyrini de etkileyen Osmanlının yıkılması sonrasında önceliklerini “daralttığı” görülür. Siyasal ve iktisadi olarak karşısında durulmaz bir Batı uygarlığının varlığını ve siyaseten baş edilmez bir rejimin bulunduğunu nazar-ı dikkate alır ve ortadan kaldırılmak istenen Kur’ani hakikatlerin asrın idrakine uygun bir tarzda yeniden tedvin ve tedrisinin gerektiğini; terbiye-yi İslamiyyenin ihyasının en birinci ve öncelikli hal arz ettiğini vurgular. Bu bakımdan, İslamcılığın iktidara yönelen, devleti dönüştürme fikrinde olan kesimiyle yol ayrımına gelir.
Bediüzzaman Siyasal İslamcılıktan ayrı bir yol çizdiği halde; siyasete müteallik bir program da ortaya koyar. Toplumun dönüşüm sürecini “İman, Hayat ve Şeriat” basamakları ile açıklar. Sadece devletin yapısının Şeriata uygun düzenlenmesinin ihya/tecdit/dönüşüm için yeterli olmadığı fikrindedir. Bediüzzaman’ın Cumhuriyet Döneminde ortaya koyduğu İslamcılık düşüncesi bir tür sivil inisiyatiften beslenen, geleneği ihya etme refleksine dayanan, modern bilimler ile klasik İslami ilimlerin beraber okutulmasını öngören, “meşrua” çerçeveli bir meşruti/demokratik yapıyı hedefler. İnsan yetiştirmek, insana değer ve irade kazandırmak esastır. Zira insan değişirse her şey –ekonomi, devlet, siyaset, uluslararası ilişkiler vs.- değişir. “İman, Hayat ve Şeriat” olarak ifade edilen ihya ve tecdit projesi; Bediüzzaman’ın Cumhuriyetin başında daraltmak durumunda kaldığı hedeflerinin uzun zamana yayılmış, kendisinden sonra da devam edecek bir genişletme sürecini ifade eder. Siyaseten baş edilmez olan gayr-i İslami yapının ortadan kaldırılması tedrici olarak böyle ortaya konulmaktadır.
Bediüzzaman’ı ulu orta yerde basit bir şekilde “İslamcı” olarak isimlendirmek, bence, onun hayat hikâyesiyle, özellikle hayatının ikinci yarısıyla pek paralellik arz etmez. İslamcılık; Cumhuriyet Devrinde fazlasıyla siyasi, fazlasıyla tarafgir, fazlasıyla ayrıştırmacı ve fazlasıyla ideolojik bir hale dönüşmüş yapısıyla; Bediüzzaman’ın “İman, Hayat, Şeriat” olarak ifade ettiği tecdit ve ihya sürecinden farklı bir deneyim öne sürer.
Ali Bulaç’ın “Üçüncü Nesil İslamcı”ları gündeme taşıması, hatta hem İran için, hem Türkiye için 1997 tarihini vermesi İslamcılar açısından ne anlama gelmektedir? Bunu ileriki tartışmalarda göreceğiz. Nursi’nin Üçüncü Nesil İslamcıların önümüzdeki süreçte tartışacakları konuları üç çeyrek asır önce “hayat” olarak kavramlaştırdığını şimdiden söylemek mümkündür. Onların geleceği noktaları ve aşmak zorunda kalacakları eşikleri Bediüzzaman çok önceleri Risalelerinde anlatmış; teorik düzeyden çıkarıp bunu gerçekleştirecek insanları yetiştirmeye başlamıştır. Bu bakımdan, Bediüzzaman’a İslamcı demek, Onun çapını epey bir küçültmek anlamına gelecektir.
Fabrika kuran, zenginleşen, ezici bir çoğunlukla iktidara gelen, dünya siyasetine yön vermeye iştahlanan bu Üçüncü Nesil İslamcılar için en önemli mesele, Müslümanların hala kapitalizme, laisizme, sekülerizme, materyalizme mahkûm bir dünyada yaşamak zorunda kalmalarıdır. Sermaye-yoğun bir ekonomiyi körüklemenin sonucunda İslami bir iktisadiyyatın çıkmayacağı, belki faiz unsurunun daha bir iliklerimize işleyeceği; Materyalist, Darwinist, Rasyonalist bir eğitimle berrak bir Müslüman zihni üretilemeyeceği ortada iken; bütün bunları destekleyen ve Müslümanın elini kolunu bağlayan bir kuvvet olarak hukuki metinler icra edilirken İslamcılığın hazırlıksızlığı, çaresizliği ortaya çıkmıştır.
Ne sanat, ne felsefe, ne de edebiyat üretmek derdi olmayan, sadece politik alana sıkışıp kalmış eski tip İslamcılık’tan medet ummak artık sürdürülemez bir yanılgıdır. Üçüncü Nesil İslamcılar, inşallah “sanat, felsefe, edebiyat, hukuk, siyasa” üretmeye başlarlar da kapitalizm ve materyalizm çıkmazına saplanmış dünyaya ve diz üstü çökmüş Müslüman coğrafyaya bir öneri sunabilirler. Devamlı şekilde İslamcılığı cilalayan aydınların; on beş senede modernizm üzerine on beş kitap yazdığı halde “ne yapılabilir?” sorusuna bir satır yer vermeyen entelektüellerin, bahsedilen Üçüncü Nesil İslamcılık sürecinde artık çözüme yönelik felsefeler geliştirmelerini hararetle ümit ediyoruz. Şimdi öz eleştiri zamanı…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.