Kırkıncı Hoca, Said Nursi'ye itiraz eden Necip Fazıl'ı nasıl ikna etti?

Kırkıncı Hoca, Said Nursi'ye itiraz eden Necip Fazıl'ı nasıl ikna etti?

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, Necip Fazı Kızakürek'in Bediüzzaman Said Nursi'ye itirazını cevaplamış ve onu ikna etmişti

Risale Haber-Haber Merkezi

Geçtiğmiz günlerde vefat eden Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, Necip Fazı Kızakürek'in Bediüzzaman Said Nursi'ye itirazını cevaplamış ve onu ikna etmişti.

Kırkıncı Hocaefendi, bu olayı şöyle anlatmıştı:

Mehmet Şevket Eygi, Bugün gazetesini çıkarıyordu. Necip Fazıl Bey de o gazetede yazıyordu.

Kışın ortasında bir gün Zübeyir Ağabey telefon açtı; “Hocam hemen uçak ile İstanbul’a gel” dedi.

Aynı gün uçakla İstanbul’a gittim. Beni havaalanında Avukat Bekir Berk, Mustafa Polat, Mehmet Birinci, Mehmet Fırıncı karşıladılar. Bekir Berk Ağabey’in Çemberlitaş’ta Kiğılı Pasajındaki yazıhanesine gittik. Zübeyir Ağabey, Sungur Ağabey, Bayram Ağabey hep oradaydılar. Zübeyir Ağabey ziyaret için özel olarak hazırlanmış, kravat takmıştı.

“Hocam”, dedi, “Necip Fazıl Bey, Bugün Gazetesinde Üstad Bediüzzaman Said Nursi aleyhinde bir iki makale yazdı.” Bu yazılarda Üstadımızın: “Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan Hazret-i İsa'ya mensub Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felâket, onlar hakkında bir nevi şehâdettir denilebilir.” sözüne itiraz ediyor. Bunun ehl-i sünnet vel cemaat mezhebine muhalif olduğunu söylüyor. Kendisinden randevu aldık. Seni bunun için çağırdık. Şu anda bizi bekliyor.”

Yanımıza konuyla ilgili kitapları alarak alelacele gittik. Evi adeta ormanla kaplıydı, içi de çok güzel döşenmişti. Antika eşyaları vardı. Necip Fazıl Bey beni görünce:

“Tamam, Mehmet Bey geldi, şeriatı bilen, Ehl-i Sünneti bilen birisi. Şimdi meselemizi çok rahat çözeriz.” dedi.

Çok mükemmel bir hafızası vardı. Zübeyir Ağabey’e: “Seni tanıdım.” dedi, “Ben Üstad’ın ziyaretine gittiğimde sen de oradaydın.” Sonra kalktı, Tarihçe-i Hayat’ı getirdi. Ve okumaya başladı:

“Şiddet-i şefkat ve rikkatten ve bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, sefâletler, açlıklar, şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semâviye, mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor. Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa ve Rusyadaki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:"

"O musibet-i semâviyeden, zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun, şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki, âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâma bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve mâdem âhir zamanda Hazret-i İsa'nın (as.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan Hazret-i İsa'ya mensub Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felâket, onlar hakkında bir nevi şehâdettir denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar; elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber yüz derece onlara kârdır, diye hakikatten haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim ve o elîm elemden ve şefkatten teselli buldum.” (Nursi, Bediüzzaman Said; Tarihçe-i Hayat, s. 296-297.)

Kitabı masanın üstüne bıraktı ve bana dönerek:

“Hocam, dedi, bu fikirler Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uygun mu, değil mi? Sen ne dersen ben ona razı olacağım.” dedi.

Bir tevafuk olarak, birkaç gün önce de ilm-i kelam dersi alan talebelere İmam-ı Gazali’nin “Faysalü’t-Tefrika” adlı kitabından o kısmı okutmuştum.

“Efendim, keşke gazetedeki o yazıları bizimle görüştükten sonra yazsaydınız. Üstad Hazretleri itikaden Eşarî mezhebindendir. Biz ise Maturudî mezhebindeniz. Eşari mezhebi ile Maturudi mezhebi arasında bu konuda görüş ayrılığı var. Eşariler;

“Biz Peygamber göndermediğimiz kavme azab etmeyiz.” (Âl-i İmrân, 3/64.) ayetine dayanarak, kendilerine peygamber gelmemiş, davet ulaşmamış insanları necat ehli kabul ederler.” dedim ve kendisine Mektubat’tan şu kısmı okuduk;

“Fakat zaman-ı fetrette “Biz Peygamber göndermediğimiz kavme azab etmeyiz.” (Âl-i İmrân, 3/64.) sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz.” (Nursi, Bediüzzaman Said; Mektubat, s. 385.)

“İmam-ı Gazalî de Eş’arî mezhebindendir ve kitabında aynı fikri savunmaktadır.” diye anlattım. Kendisi çok hakperest bir insandı. Bunları anlatınca kabul etti. Benden İmam-ı Gazali’nin kitabındaki o bölümü kendisine mektupla göndermemi rica etti. Sonra ayağa kalktı; “Ben şimdi, o yazıları yazdığıma pişmanım.” dedi.

Ertesi gün gazetede; “Akşam Nurcuların kurmay grubuyla görüştük.” diye başlayan bir yazı yazdı ve daha önce yaptığı tenkit ve itirazları tashih etti.

Erzurum’a döndüğümde İmam-ı Gazali’nin "Faysalü’t-Tefrika" adlı kitabının 96. sayfasını kendisine gönderdim. Faydalı olacağı ümidiyle o bölümü aynen buraya derc ediyorum.

“İnancıma göre, İnşaallah Allah-ü Teâlâ, zamanımızdaki Rum, Hıristiyan ve Türklerin pek çoğunu da Rahmet-i İlâhiye şümûlüne alacaktır. Bunlardan maksadım, uzak memleketlerde yaşayan ve kendilerine İslâm’ın dâveti ulaşmayan Rum ve Türklerdir. Bunlar üç kısımdır:

Hazret-i Muhammed’in (asm. ) ismini hiç duymamış olanlar.

Hazret-i Peygamber’in ismini, sıfatlarını ve gösterdiği mu’cizelerini duymuş olanlar. Bunlar İslâm memleketlerine komşu olan yerlerde veya Müslümanlar arasında yaşayan kimselerdir. Bunlar kâfir ve mülhidlerdir.

Bu iki derece arasında bulunan gruptur. Hazret-i Peygamber’in ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hazret-i Peygamber’i tâ küçüklüklerinden beri “İsmi Muhammed olan, peygamberlik iddiasında bulunan birisi” olarak tanımışlardır. Tıpkı bizim çocuklarımızın “El-Mukaffa adında birisinin Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini iddia ettiğini” duymaları gibi. Kanaatime göre bunların durumu birinci grupta olanların durumu gibidir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıdlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez. Bunlar da birinci grup gibi ehl-i necattırlar.”

Ayrıca Alûsî’nin, "Ruhü’l-Meâni" tefsirinin 15. cilt 42. sayfasında, İbrahim Lekkani’nin "Cevheretü’t-Tevhid" adlı kitabının 29. sayfasında aynı görüşe yer verdiğini kendisine yazdım.

Hatta yıllar sonra Üstad'la alakalı sempozyumlar düzenlendiğinde, benim de müşahede ettiğim Bediüzzaman’ın mektubunun, Hrıstiyanlar mabeyninde ne kadar takdire şayan bir hizmet olduğu ve istikbalde ittihadın ve birliğin temel taşlarını oluşturduğunu ve bir nevi kerameti olduğunu gördük.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum