Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU
Kul hukuku, kamu hukuku ve hukukullah
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Ali İmran Suresi 104. ayet:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿١٠٤ (Kur'an Yolu)
"İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir ümmet/topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ ﴿٨﴾
Kur'an Yolu meali Maide Sursi 8.ayette ise:
"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna/ takvaya/ sakınmaya daha çok yakışan bir davranıştır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir" buyrulur.
Ümmet tabiri burda “topluma önderlik edecek olan grup” anlamına gelmektedir. (Bakara /128, 213.)
Yüce Allah müslümanların içinde onlara önderlik edecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak, iyiliği emredecek, kötülükten sakındıracak, insanları İslâm’a çağıracak bir sosyal kontrol mekanizmasının bulunmasını istemektedir.
Müfessirler müslümanların sosyal/ sivil bir mekanizma oluşturmalarının farz-ı kifâye olduğunu belirtmişlerdir.
Bu görev yerine getirilmediği takdirde, görevin özelliğine göre o topluluğu meydana getiren yükümlülük çağındaki bütün müslümanlar bu sorumsuzluktan sorumlu olurlar. (Elmalılı, II, 1155)
Bu görev nedir?
a- İnsanları hayra, iyiliğe, doğruluğa, güzel ve yararlıya çağıracaklar, kötülüklerden sakındıracaklar.
b-Toplumun birlik ve bütünlüğüne dikkat edip fitne fesada sebep olmadan kötülüğe engel olacaklardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de sekiz âyette iyiliği emretme ifadesi yer alır. Bir âyette iyiliği yasaklayanlar kınanır. Tevbe /67.
Ayrıca 30 âyette mâruf kelimesi “iyilik, iyi güzel, örf haline gelmiş tutum ve uygulama” gibi anlamlarda geçer.
Bu âyetlerin birinde “Güzel (mâruf) bir söz, arkasından başakakılan bir sadakadan daha iyidir” (Bakara /263) buyrulmuştur
Elinle Dilinle Öfkenle Karşı Çık!
Hz. Peygamber’in (asm) şu sözü bu konuyla ilgili olarak normal şartlarda her müslümana görev yüklemektedir: “Bir kötülük (münker) gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan (kötülüğe) kalben buğzetsin/ kızsın ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, “Îmân”, 78; Tirmizî, “Fiten”, 11.)
Buna göre;
a-“Kötülüğü el ile önleme” sorumluluğu,
Müslümanları; toplumda iyiliğin kökleşmesini ve kötülüğün giderilmesini sağlayacak hukuki, siyasî, sosyal/ sivil bir mekanzma oluşturup, sağlam bir toplumsal yapı oluşturmakla yükümlü kılar. Bu sağlam yapı; vicdanı ve ahlâkı bozulmuş olduğu için kötülük işlemekten çekinmeyenleri, hiç olmazsa açıktan açığa kötülük işlemekten uzak tutar.
Ancak hadisin “kötülüğü el ile önleme” kısmının; meşruiyeti/ hukuku içine alan ve kanunları değiştirmeden uymamayı/ sivil itaatsizliği da içerdiğini söylemek mümkündür.
b)“Kötülüğe dille karşı çıkma” sorumluluğu,
Genel olarak iyilikten yana olma ve kötülüğe tepki gösterme bilincinin toplumda canlı tutulmasını, eğitim, öğretim, yazılı ve sözlü yayınlar gibi çalışmaların önemini gösterir.
Bunun için âyette “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun” buyurulmuştur.
c)“Kötülüğe kalben buğzetme/ öfkelenme” bütün müslümanlar için en düşük düzeyde bir sorumluluktur.
Hz. Peygamber (asm) bunu “imanın en zayıf derecesi” saymıştır.
Çünkü kalple buğz, el ve dille gereken yapılmadığı sürece, eksik ve yetersiz bir düzeltme tavrıdır, aktif hale getirilmelidir.
İyiliğe arka çıkıp kötülüğe karşı koyma, ağır olduğu kadar da değerli bir ödevdir.
Ancak insanları iyilik yapmaya ve kötülükten uzak durmaya çağıran kişinin, öncelikle kendisi bu görevi yerine getirmelidir." (Diyanet- Kur'an Yolu Tefsiri).
Bununla ilgili bir hadiste bildirildiğine göre böyle birini cehennemde görenler, “Ey filân, bu ne hal!
Sen dünyada iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?” derler. Adam şu cevabı verir, “Ben size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım; kötülüğü yasaklar, ancak kendim kötülük yapardım. (Başkalara hadi olup kendi hidayet üzere olmamak!) (Buhârî, Bed’ü’l-halk10; Müslim, Zühd, 51.)
"Müfessirler bu görevi üstlenecek kimselerin, bazı özelliklere sahip olmalarının şart olduğuna işaret etmişlerdir.
Kimler Nasıl Yapacak?
Bu kimselerin her şeyden önce; hakkı üstün tutan, kuvveti hakta gören, güç ve kudret sahibi olmaları; iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırt edecek derecede ilim, basiret, feraset ehli olmaları ve beşerî münasebetleri güzel, iyi ahlâka sahip olmaları gerekir.
Şu ayet-i kerime; el ve dille yapılacak mücadelenin yol ve yöntemini ortaya kor.
اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿١٢٥﴾
Nahl Suresi 125.ayet:
-Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle cedelleş/tartış/ münazara et. Kuşkusuz senin Rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir." (Diyanet, Kur'an Yolu)
***
Hakkını aramak için ve fasık/ facirleri arkadan çekiştirmek caizdir, günah değildir!
Caiz, yapılması dinen yasaklanmamış şey demektir. Caiz bir bakıma dinî bir ruhsat müsadedir, emir değildir. “Caiz” bir şey yaparken çok dikkat etmek gerekir.
Gıybet çok fena bir günah olmakla birlikte caiz olduğu yerler de vardır.
Bu durum kişiye günah kazandırmaz, hatta fasık, facir, fittan ve müfsitleri insanlara tanıtarak çekindirmek için yapılırsa; "kötülükten alıkoymak anlamında/ nehyi anilmünker" sevap da kazandırabilir.
Üstad Bediüzzaman gıybetin caiz olduğu yerleri de örnekleriyle açıklamıştır. (Bknz. Mektubat, s. 466-46)
Gıybetin istisnaî durumlarını şöyle sıralamak mümkündür
A-Görevli bir adama hakkını almak maksadıyla şikâyet etmek şeklinde.
Haksızlığa uğramış bir kimse hakkını alabilmek için yetkili birisine (polis, jandarma vb.) kendi durumunu anlatır. Yalnızca başka şeyler ilâve etmeden, mağduriyetini söyler.
Burada sınırı iyi belirlemek gerekir. Bu durum bir fırsata dönüştürülmemeli
B- Açıkca günah işleyen veya işlediği günahı yaymaktan zevk alan kimseler, “fâsık-ı mütecahir, tam fasık ve müfsit"leri çekiştirmek.
Fenalıktan sıkılmıyan, işlediği günahlarla iftihar eden, zulmüyle lezzet alan, açıktan işleyelenler gıybet edilebilir.
Meşrû olmayan şeyleri hiç çekinmeden yapan fasıkların, bu çirkin hallerini arkalarından söylemek gıybet sayılmaz.
Bu sözlerle; fena durumları çirkin gösterilip, başkaların bundan korunup uzaklaşması amaçlanmalı.
İslâmi bir toplumda böyle hayasız, arsız davrananların kötülüklerini söylemek, nehyi anil münker niyetiyle olursa sevap ve kamu hukukunu korumak demektir. Bunlar yapılırken şahsi kin ve nefrete yer verilmemelidir.
Bir hadis-i şerifte bu konuya şöyle işaret edilmiştir:
“Dîni ölçüyü tanımayarak (açıktan) günah işleyen kimsenin (fasık, facir) ardından konuşmak gıybet değildir.” (Camiü’s-Sağir, c. 3, s. 243)
Hadiste; fasık/ facir bir kimseye dikkat çekiliyor ve onu gıybetin caiz olduğu bildirilmektedir.
Yâni içki, kumar, zina ve ahlâksızlıklardan sıkılmayan, aksine işlediği kötülüklerle iftihar eden, zulümden lezzet alan, açıkça işleyen kimselerin gıybetinde bir mahzur yoktur.
***
Müflis Müslüman Kimdir?
Allah Resulü buyurdu ki:
"Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki:
Kıyamet günü namazı, orucu ve zekatı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını yemiştir.
Hasenatı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar bitmeden hasenatı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine yüklenir ve böylece ateşe atılır." (Müslim)
Bu durumu şu hadis de açıklar: “İnnemel umuru bilhavatım". İşler sonuçlarına göredir.( Buhari)
Veda Hutbesi'nde Resûlullah (sav), “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır.)” (Buhârî, Hacc, 132 buyurmuştur.)
Risale-i Nur bu konuda ne diyor?
"İ’lem eyyühe’l-aziz!
-İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mâl-i salihadır.
SALİH AMEL İSE, MADDİ-MANEVİ KUL HAKKINA TECAVÜZ ETMEMEKLE, HUKUKULLAHI HAKKIYLA İFA ETMEKTEN İBARETTİR.
HUKUKULLAH HUKUKU İBADI/ KUL HAKKINI TAZAMMUN EDER." (İÇERİR). Mesnevi Nuriye
Hukukta ‘hukukullah’ı düstur-u amel yapınız. Nasıl ki ; 'Hukuk-u Şahsiye' ve BİR NEVİ HUKUKULLAH SAYILAN HUKUKU UMUMİYE NAMIYLA İKİ NEVİ( çeşit) HUKUK VAR.
Öyle de: şer’i meselelerde bir kısım meseleler eşhasa taalluk eder.
BİR KISMI ise UMUMA, UMUMİYET İTİBARİYLE TAALLUK EDER( alakalı)ki;
ONLARA " ŞEAİRİ İSLAMİYE" tabir edilir.
BU ŞEARİN UMUMA TAALLUKU CİHETİYLE, UMUM ONDA HİDSEDARDIR.
UMUMUN RIZASI OLMAZSA; ONLARA İKİLİŞMEK, UMUMUN HUKUKUNA TECAVÜZDÜR" (29. Mektup.)
Demek ki; sadece ezan, kurban, mezarlık, cami, sakal, cübbe değil; genel hukuka giren her şey; cadde, sokak, kamu alanları; hastane, postane, vergi dairesi tüm devlet daireleri, komşu, mahalle, yeşil, çevre, orman, trafik, sıraya girme, özellikle bugün; maske takma, mesafeyi koruma, temizlik vb. sayısız alanlar da; "ŞEAİR-İ İSLAMİYE" dairesine girer!..
***
Bediüzzaman 1. TBMM'yi uyardı!
Üstad Nursi TBMM'deki (1922) bildirgesinde diyor ki:
"Bâhusus bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef'âli taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır.
DEMEK ONLARDA HUKUKULLAH, HUKUKU İBADI DA (kul hukukunu) TAZAMMUN EDİYOR." (Mesnevi Nuriye.)
Şu Ayet-i Kerime; el ve dille yapılacak mücadelenin yol ve yöntemini ortaya kor.
اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ
وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ ﴿١٢٥﴾
"Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle CEDELLEŞ /tartış/ münazara et. Kuşkusuz senin Rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir." (Meal Diyanet, (Kur'an Yolu) Nahl Suresi 125.ayet)
Veda Hutbesi'nde Resûlullah (s.a.v), “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır).” (Buhârî, Hacc, 132) buyrulur.
***
İmamlar (müceddit) ve Hükümdarlar Mücadelesi
Hz. Peygamberin (asm) buyurduğu gibi, Hz. Ali (ra) ve ardından gelen ehli beyt imamları; Kur'an'ın doğru anlaşılması, doğru tevili için her türlü mücadeleyi yapıp, herz ızdırap ve çileye katlanmışlardır.
Hz. Ali başta olmak üzere bu cihad; Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynelabidin, Caferisadık'tan sonra; üvey oğlu talebesi İmam Azam Ebu Hanife'ye geçerek yeni bir içtihad, yeni bir tecdid harekatına dönüşerek günümüzde de geçerli; sünni hukuki müsbet bir mücadele caddesi haline gelmiştir.
Bu cihat caddesinin çağımızdaki temsilci ve uygulayıcılarının en muhteşem ve müspet modeli, Bediüzzaman Said Nursi'nin yol ve yönteminde canlanıp uygulanmıştır.
Bu konuda Üstadın örneği olan İmam Azam'a kısaca bakalım.
İmam Azam'ın (ra) ömrünün büyük bir kısmı (52 yıl) Emeviler, 16-17 yılı da Abbasiler yönetiminde geçmiştir. Bu sebeple Emeviler zamanında cereyan eden hadiselerin büyük bir kısmı ile Abbasi Devleti’nin kuruluşuna şahid olmuştur.
Bu sürede idarecilerin yanlış tutum ve davranışlarına karşı çıkarak; elinden geleni yapmış ve eleştirmiştir.
İmam Azam'ın 1. İşkenceli dönemi
Son Emevi hükümdarı II. Mervan, Ebu Hanife' ye çeşitli vazifeler teklif etmiş amma İmam Azam, hem Kufe Kadılığı hem de Beytülmal/ hazine sorumluluğu görevini reddetmiştir.
Bunun özerine hem dövülmüş hem de hepsedilmiştir (747-748). Hapiste rahatsızlanması sonucu serbest bırakılınca Mekke’ye gidip yerleşmiş ve Abbasi Devleti’nin kuruluşuna kadar burada kalmıştır (750).
İmam Azam'ın 2. işkenceli dönemi
Abbasi Sultanı Mansur da yeni kurulan Bağdat'ın kadılığını teklif eder ve bu teklifi reddedince, İmam Azam tekrar hapse konur. İşkenceli hapisten çıktıktan sonra 767'de Bağdat’ta Hakkın rahmetine kavuşur. Kabri, Bağdat’ta adına izafeten anılan Azamiye Mahallesi'nde bulunmaktadır.
İmam-ı Azam’ın hayatı, büyük çilelerle geçmiş, hakkın hatırını daima yüksek tutmuş, hiçbir hatıra feda etmemiştir.
Yönetimler değişse de haksızlıklar sürüp gitmiş, zulümlere dik durduğu için de çilesi ve çabası değişmemiştir.
Tıpkı 12 yüzyıl sonra gelen asrın imamı Bediüzzaman Said Nursi gibi.
Eşine ender rastlanan bir cesarete sahip olarak; hocası ve ehli beyt imamı Caferi Sadık'ın çizgisinden sapmamıştır.
Emevi ve Abbasiler iktidarında zindana atılma pahasına da olsa, tuzak görevleri kabul etmeyip ilminin izzetini korumuş, diğer taraftan sultanların yaptıkları ve yapabilecekleri hukuksuzluklara aracı ve ilerde model olma vebaline düşmemiştir.
Adalet için orta yol
İmam Azam'ın hakta kararlılığının bir başka örneği ise, hükümdar Mansur’un Musul halkını cezalandırmak istemesi karşısında takındığı tavırdır.
Hükümdar Mansur Musullularla, isyan ettikleri takdirde kanlarının ve mallarının helal olacağı konusunda kendileriyle bir anlaşma yapmış, bir süre sonra isyan ettikleri gerekçesiyle Musul halkını cezalandırmak istemiştir.
Alimlerin bir kısmı affetmesini tavsiye etmekle beraber, halkı cezalandırdığında sultanın mesul olmayacağını belirtirken; İmam Azam hazretleri ise; cezalandırmaya karşı çıkarak; sözkonusu anlaşmanın geçerli olamayacağını, onları cezalandırdığı takdirde haram işlemiş olacağını, müslüman kanı dökmenin sultan Mansur'a haram olacağını vurgulamıştır.
***
İmam Hanbel'in Hak Mücadelesi
İmam Ahmet bin Hanbel'in yaşadığı sırada Abbasi devletinin başında sultan Me’mun bulunmaktaydı ve Mutezile mezhebinin hızlı bir savunucusuydu.
Mutezile mezhebinin güçlenmesi ve yayılması için iktidar gücünü kullanıyor, münâzarâlar düzenliyordu. Nihayet 834 yılında Mutezili görüş ve inancını resmî görüş olarak ilân etti ve iktidar gücünü kullanarak karşı görüşleri susturmaya çabaladı.
Bu dönem ehl-i sünnet âlimlerinin fikir ve inaçları yüzünden işkence görmeye başladığı; siyasi istibdatın ilmi istibdatları doğurduğu, çeşitli düşünce akımları ve kadere imanda sapık mezheplerin doğduğu bir dönem olmuştur.
Bu görüş ve sakat itikadi inançlar; günümüz müslümanları arasında ferdi ama çok yaygın şekilde yaşamakta; siyasi iktidarlar ve sosyal gelişimlerin; izah ve tevilinde esas zemini oluşturmaktadır.
Kısaca; Mutezile düşünce ve inancına göre bir vaka ve kaza, olsaydı şöyle olurdu/ olmasaydı böyle olurdu şeklinde varsayım hükümler üzerine; hüküm ve yargılamalar yapılmaktadır.
Tam tersi de Cebriye fikir ve inancı üzerine kurulup; şöyle olsaydı veya olmasaydı; yine sonuç değişmezdi diyerek çok zulümler icra edilmektedir.
İmam Hanbel'in 1. çileli dönemi
Hükümdar Me’mun’un Bağdat’taki vekili, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyip, ezelî olduğunu savunan ehl-i sünnet âlim ve müçtehitlerinden Ahmed bin Hanbel’i yakalattı, ellerine kelepçe vurdurdu ve sultanın huzuruna gönderdiği sırada Memun öldü.
İmam Hanbel'in 2.çileli dönemi
Fakat yeni hükümdar Mu’tasım da Mutezile düşüncesini hararetle savunuyordu. Mutasım; imanından taviz vermeyen, içtihatlarını açıklamaktan da geri durmayan Ahmed bin Hanbel’i Bağdat zindanına attırdı ve işkence ettirdi.
Ahmed bin Hanbel’in çilesi 28 ay sürdü.
Üstad Said Nursi'nin hapis ve sürgün çilesi ise 28 sene sürdü. (1926/ 1953).
Hapse ve işkenceye rağmen İmam Hanbel düşünce ve inancından taviz vermedi.
Kur’ân’ın yaratıldığı/ mahluk, fikrini kabul ettiremeyince imamı serbest bıraktılar.
Ahmed bin Hanbel uzun süre yara bere içinde kaldı. Bu vakitlerde bile ilim ve azami ibadetinden geri durmadı.
İmam Hanbel'in 3.çileli dönemi
Mu’tasım ölünce yerine hükümdar Vâsık da; Mutezile'ci zulmünü sürdürdü.
Bu dönemde Ahmed bin Hanbel’e yeniden hapis yolu gözüktü.
Fakat İmam Hanbel’in halk nezdindeki itibarından korkan Vasık iktidarı, artık zulmetmeyi göze alamadı.
Bununla beraber ders vermesini, fikir açıklamasını, fetva vermesini ve hadis rivayet etmesini yasakladı.
Buna rağmen bu yasaklara boyun eğmeyen İmam Hanbel, değişik yol ve şekilde fikirlerini açıkladı ve hadisleri anlatmaya devam etti.
Nihayet sultan Vasık’ın ölmesiyle yerine geçen hükümdar Mütevekkil devrinde Mutezile mezhebi saraydan yüz bulamadı.
Mütevekkil âlimlere ve çeşitli fikirlere hürmetkârdı. Mutezile fikrinde olanların yetkilerini aldı, görevlerine son verdi ve onları sarayından uzaklaştırdı.
***
İmam Bediüzzaman'ın hak ve hukuk mücadelesi!
Bediüzzaman’ın müsbet hareket çerçevesinde sivil itaatsizliğe kazandırdığı prensipler ve formüller gerçekten harikadır.
Herbirisi hem geçerli hem de uygulanabilir formüllerdir, hem de kendisi ve talebeleri bu prensipleri yaşayıp uygulamıştır.
Üstadın hak hukuk düsturlarını şöyle maddeleştirebiliriz:
1-Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Allah’ın rızasını düşünerek sırf iman hizmetini yapmaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her bir sıkıntıya karşı sabırla şükürle mükellefiz. (Emirdağ Lahikası, s 455)
2- Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor.
Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz (sivil itaatsiziz) istemiyoruz. Red (fiilen kaldırma) başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır…
Risale-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, (bilfiil idareye ilişmese eylemde bulunmasa), onun mefkûresine (muhalif fikirlerine) kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrik eder. (Kastamonu Lahikası, 206.)
3- “Lâik cumhuriyet, dini dünyadan ayırmaktır. Yoksa, dini reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır… Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı bîtaraf (tarafsız) kalmak, yâni hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükûmet telâkki ederim.
Hem, bu mübarek vatanda, bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır.
Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi, bahaneler ile ilişmemek gerektir." (Tarihçei Hayat, s 94)
O devirleri de, "Cumhuriyet devrinde laiklik dinsizlik olarak tatbik edildi, “Dinsizlik laiklikten istifade ile kuvvet buldu" sözleriyle eleştirir. (Sikkei Tasdiki Gaybi, 97)
4-"Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder (katlanır, tahammül eder), tefahur edemez (övünemez)".
Millet (ve cemaat) namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. (Millet ve cemata/ topluma yapılan yanlışları sineye çekip görmemezlikten gelemez.) (Kastamonu Lahikası,s 136.)
5-Hayat, vahdet ve ittihadın (birlik ve beraberliğin) neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad (uyum içinde birlik) gittiği vakit, mânevî hayat da gider. Tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. (Barla Lahikası, s 87)
6-Cüz’î hukuku, (sınırlı, parça hakları), hatta hayatı ve haysiyeti, dünyevî mutluluğu için kuvvetli rabıta olan güçbirliği adına fedâ etmek.
Ve tartışmalı mevzularda meşveret etmek. Yani, fikir birliğine varmak için, çoğunluğun görüşünü benimsemek. (Görüşlerinde şiddetli ve ifrat etmemek.) (Kastamonu Lahikası, s 181)
7- Asâyişe (sosyal düzene) zarar verecek hareketlerden kaçınmak. Bütün kuvvetiyle milleti anarşilikten muhafaza ve emniyet ve âsâyişi temin etmek için çalışmak. (Şualar, 429)
8-Kur’an’ın, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenemez” (Enam S, 164) âyeti sırrınca, “suçların şahsiliği” prensibince, ülke içinde kişi veya örgütlü olarak asla şiddet kullanmamak ve suçlu/ zanlıyı; masumlardan mutlaka ayırt ederek yakalayıp cezalandırmak şarttır. (Emirdağ Lahikası, s 455)
Üstad kimlere selam ve dua ediyor!
"Hukuk-u ammenin hukukullah/Allah hukuku hükmüne geçtiğini bilenlere", umumen selâm ve dua ediyorum.” (Emirdağ Lahikası- 452)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.