Ahmet AY
Lahikalar neden önemli?
"Muhterem Üstadım, rahmet-i İlâhiyeyle bir hakikati daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektuplarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikin diğer derslerle tafsil, tavzih ve izharından ibarettir." (Hulusi Yahyagil, Barla Lahikası'ndan.)
Bediüzzaman’ın zamana yayılmış fikir haritasını (belki bir yönüyle fikrî tarihçesini) takip ederken dikkatimi en çok çeken şeylerden birisi; onun, daha yirmili yaşlarda zihninde yerleşmiş hakikatleri, ilerleyen dönemlerde farklı yöntemlerle tekrar be tekrar anlatmaya çalışmasıdır. Bazen Lemaat’ta olduğu gibi şiirimsi bir tarzla yapmaya çalışmıştır bunu; bazen de Mesnevi-i Nuriye’de olduğu gibi kısa notlarla.
Fakat yine de anlatmayı düşündüğü şeyler bellidir. Nelere vurgu yapması gerektiğini biliyordur adeta. Ancak onları nasıl bir uslûb içinde sunması gerektiğine dair kendi içinde arayışı vardır. Küçük küçük dokunuşları da olmuştur belki yeni teliflerinde (Mesnevi’de kitap, kainat, peygamber ve vicdan olarak zikrettiği dörtlü muallimleri daha sonraki Risalelerde üçlü olarak zikretmesi, vicdanı zikretmemesi gibi) ancak bu dokunuşlar hep ufak şeylerdir. Bu yüzden Risale ormanındaki çoğu ağacın fidanını, danesini Mesnevi’de, Lemaat’ta, Muhakemat’ta, Sünuhat’ta görebilirsiniz. Bu yönüyle Risale-i Nur’un anlatımı hem bir aynılık, hem bir başkalık içerir. Mesela İşaratü’l-İ’caz’da Hüseyin-i Cisrî’den atıfla kısaca anlatılan bir temsil, daha sonra külliyat içinde genişler ve bir hikaye-yi temsiliye olur. Hepsini birden kuşatamayanlar, aralarındaki bağı göremezler.
Buna benzer bir bağıntıyı da bugünlerde lahika okuması yaparken farkettim. Bediüzzaman’ın, bir doktora (diğer mektuplardan anlıyoruz ki, bu doktorun ismi Yusuf Kemal’dir) hitaben yazdığı çok tatlı bir mektup içinde verdiği bir ders, beni alıp ta Sünuhat’ın içindeki bir metine götürdü.
“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor...” hitabıyla başlayan bu mektup, sonlarına doğru müellifin, bu yeni ve heyecanlı okuruna şöyle bir öğüdüyle bitiyordu: “Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe dairesini onlarla aç.”
İşte burayı okumuş ve burada anlatılan “Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe nasıl olur?” diye kendime sorarken Sünuhat’taki o metni hatırladım birden. Kur’an’ın hakikatlerini anlatmak için yazılan eserlerin, nasıl bir süre sonra—nazardaki hata dolayısıyla—Kur’an’a perde olma riski taşıdığını ve bunu gidermek için neler yapılması gerektiğini öğütlediği yerde, Bediüzzaman, şöyle nasihat veriyordu okurlara:
“Yahut, tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir sûretine çevirip, içinde Kur’ân’ı göstermektir: Selef-i Müçtehidînin kitapları gibi; Muvatta, Fıkh-ı Ekber gibi. Meselâ, bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.”
Yani Bediüzzaman, yıllar önce bir eserinde genele verdiği bir dersi, burada, bir mektupta, birkaç satır içinde okuduğu eserlerden aldığı iştiyakla şahsına karşı çok muhabbet beslediğini farkettiği bir okuruna da söylüyordu. Daha evvel, başkasının eserleri okunurken takınılması gereken bir tavır olarak tavsiye ettiği birşeyi, “Nefsini ıslah edemeyen, başkasını ıslah edemez” sırrınca kendi okurlarına da öğütlüyordu. Kendisinin de eserlerine bakılırken ‘eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçete’ suretiyle bakılması, şahsının perde edilmemesi üzerine vurgu yapıyordu. Bu usûlde okumanın tarifi de belliydi: ‘Gaybûbet içinde hâzırâne bir musâhabe...’
Ben böyle, lahikalar içinde, zahiren ehemmiyetsiz(!) görünen pekçok mektupta, kısa şeylerde, küçük notlarda, Bediüzzaman’ın daha evvel sisteme dair yaptığı derslere, sezdirmeden değindiğini gördüm. Bu yönüyle lahikalar, daha evvel verilmiş derslerin, artık birebirde, pratikte, kişisel uygulamalarda yapılmış bir sınanması gibiydi. Bediüzzaman, bir yandan öğrencilerinden metinler toplarken, bir yandan da bu metinlere göre yeni metinler üreterek metot dairesinden pratik dairesine müdahil oluyordu. Demek ki; Risale-i Nur’un nasıl yaşandığını görmek, bir yönüyle de lahikalara bakmaktı. Ve lahikalar bu sebepten dolayı da kıymetliydi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.