Hüseyin KARA
Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (5)
Sanki kocaman “zişuur”
Gölgemin en az üç misline ulaştığı zirvede çevreme ruh penceresinden bakıyorum. Etrafım yeşille canlanmış, değişik türde canlılarla şenlenmiş… Enfes bahar güneşi ve bulutsuz bir gökyüzünün berraklığı nedense belki de oracıkta anlık oluşan saf ruhumla ne kadar da örtüşmüş!
Baharı baypas eden bir yaz günü gibi! Arılar, öteye beriye konup uçan kelebekler, daha yeni canlanmış ve sanki mahmurlukları üzerlerinde olan sinekler, uzun gölgeler, aşağımda yamaçlarda otlayan koyunlar ve inekler; uzaktan duyulan köpek havlamaları, horoz ötüşleri, derinlerden gelen ama ayırt edilemeyen insan sesleri… Burnumda akasya kokuları…
Vadinin içlerinde kaybolan kıvrım kıvrım asfalt yol ve üzerinde birbiriyle yarışırcasına gidip gelen araçlar… Aşağımda göl; üzerinde endamlı endamlı dolaşan kayıklar… Deniz, koca şehir, koyu yeşile boyanan köyler, yerleşim yerleri, minareli camiler, küme küme evler; her şeyiyle muhteşem bir manzara.
Tepecikler… Hepsi de sanki ruha bürünmüş, üzerindeki canlı ve bir o kadar duyan, gören, hisseden, mest olan ve hayret eden şuurlu varlıklara mesken olmuş yüzlerce tepecik ve arazi parçaları… Hepsinde yoğun hayat belirtileri… Bir anda her şey bir bütün olmuş, canlı bir bütün; sanki kocaman bir “zişuur”. Hayat varsa ruh da vardır. Bir yandan da tepecikleriyle, evleriyle, çiçekli ağaçlarıyla, gölüyle, deniziyle, insanlarıyla yüz binleri bulan mahşeri bir kalabalık. Vadi âdeta renk renk ruhlarla dolmuş; bir bayram, bir panayır ve muhteşem bir gösteri.
Daha dün ya da dünden birkaç gün önceye kadar vadi ölü gibiydi; sessiz ve çevresinden kopuk… Baharla yeni bir dirilişin canlılığındadır şimdi. Daha dün vadi ile iletişim de kopuktu; yerinde duran, yeknesak… Baharla canlanan vadi her şeyiyle bir ruhla da insan denen şuurlu varlığa bir güzel muhatap olmuş. Çiçekler renk ve kokularıyla, arı ve kelebekler uçuşlarıyla, kuşlar ötüşleriyle, koyunlar otlamalarıyla, bitkiler koyu yeşil görüntüleriyle âdeta kişiliklere bürünmüş. Ben ayağımın hemen dibindeki mor menekşe ile konuşabiliyor, uzaktan horozla iletişim kurabiliyor, deniz ve ta uzakta dağlara selam gönderebiliyorum. Benim cinsimden olmayan bulunduğum yerde hiç de yalnızlık hissetmiyorum. Çevremdeki nesnelerle sesli sesli sohbet edebiliyorum. Bir kez daha madde olarak kabul ettiğim çevremin kendime muhteşem bir muhatap olduğunu bütün bilinçliliğimle kabul ediyorum. Çevremdeki her şeyin mana âlemlerinin üzerinde tenteneli bir perde olduğunu görüyorum. Nerde olursa olsun insan hiç de yalnız değildir. Her zaman bir cümbüşün içindedir. Ruhun sinmediği bir varlık yok.
Madde asıl değil. Madde yalnızca varlığın görünen kısmıdır. Onun perdeler arkasındaki manası önemli. O mana olmadan varlığın hiçbir hükmü yok. Bediüzzaman da tecrübe ile sabit olduğundan söz ederek “Madde asıl değil ki, vücut ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki, madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana hayattır, ruhtur.” demek suretiyle, çevremizdeki varlıkların hemen arkasındaki anlamını, sır perdesini aralamaktadır.
Kâinat bütün içeriğiyle kendi kabiliyetleri nispetinde hayattan nasibini almış. Önce kendimizden başlayarak en yakınımızda ve en uzağımızdakilerin her şeyinde hayatı hissetmek ve görmek pekâlâ mümkün… Hayatla ruh arasında sıkı bir ilişki var. Hayatın olduğu her yerde bir ruhtan söz edebiliriz. Zamanın bedii Bediüzzaman son derece özlü olarak bu bağlantıyı ifade eder: “Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır ve şuur ve his dahi, hayatın bir hulâsasıdır; ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır ve ruh dahi, hayatın halis ve safî bir cevheri ve sabit ve müstakil zatıdır.” O kadar ki bir taş parçasına bile hiçbir manası olmayan bir kaya olarak bakamayız. Taş, yalnızca bir perdedir; ifade ettiği mana derin ve yücedir. Taşa bu gözle bakmak, yani “manay-ı harfi” ile bakmak gerekir. Bu yüce bakış açısıyla bakıldığında insan türünü temsilen Peygamberimizin şahsiyeti daha bir başka şekilde parlamaya başlar ve Bediüzzaman bu Kainat Efendisi’ni “Öyle de, maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye(asm) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hulâsatülhulâsadır ve risalet-i Muhammediye(asm) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en safî hulâsasıdır.”(Sözler) diye onun şahsiyetine yakışır, birçok derin ve lahuti manaları çağrıştırır bir şekilde tasvir eder.
Hayat kadar vahdeti, birliği gösteren bir başka değer yok. Ama hayatın her şeye tecellisi de farklı. Çiçekteki hayat başka, arıdaki daha başkadır. Vadi değişik tecellilerle, yansımalarla hayatın görüntüleriyle doludur. Değişik tecellilerle hayat hep “Bir”i gösterir. Vadideki bunca hayatların halis ve safi cevheri de elbette ruhtur. Vadi Allah’ın birliğini gösteren kocaman bir delil olurken, benim varlığıma da kuvvet veriyor. Vadi bana asla yabancı olmuyor; şimdi ben onunla daha sıkı fıkıyım, munis bir dostu, bir sırdaşıyım.
Ben bir ruhum; Bediüzzaman’ın tarif ettiği gibi “Ruh bir kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur, şuuru başına takmış.” diye anlamını bulan vücut giymiş bir kanunum. Başımda şuurum var; neyi ne için yaptığımı biliyorum. Vadi de birçok kanunlarla, belli görüntüleri olmayan Allah’ın kanunlarıyla doludur; o kanunlar olmadan vadi işlevini yerine getiremez. Yani bana muhatap olamaz. Vadi ile benim aramdaki ortak nokta aynı kaynağa bağlı olmak. Benim ruhum bir vücuda bürünmüş; vadininkiler ise görünen yani harici vücutları yok. “Vücud-u haricî” olarak hayal ederek onlara dost oluyorum. Bana fısıldadıklarını duymada ve tercüme etmede pek zorlanmıyorum. Her şeyden önce kaynağımız bir.
Olduğum yerde bir sürü dostlar arasında hissettim kendimi. Varoluşsal anlamda insanın asla yalnız olmadığını bir kez daha yaşadım. Yalnızlık kendi türümüzdekilerden uzak kalmakla ancak gündeme gelebilir. Hz. Âdem ile Hz. Havva ayrı ayrı indirildikleri dünyanın belli yerlerinde pek de yalnızlığı fazla yaşamadıklarını hisseder gibiyim. Tövbelerinden sonra o temiz ruhlarıyla her an Yaradanlarıyla beraberdiler elbette. Allah’ın yarattığı hayvan ve diğer varlıklarla iç içeydiler. Böyle ne kadar yalnız kaldıkları belli olmamakla birlikte bu halde çok az kaldıkları da söylenemez. Bu süre içinde psikolojik ihtiyaç olan konuşmayı, sohbeti, iletişimi, düşünmeyi, fısıldaşmayı, gülmeyi ve hatta ağlamayı giderdikleri sayısız hayat sahibi varlıklarla giderebildiklerine inanıyorum.
Şimdi bile biz, bazı anlarda çiçekle konuşabiliyor, bir kedi yavrusuyla oynayıp sohbet edebiliyor, bir inek yavrusunun ya da bir kuzunun o tertemiz burun çevresine bir öpücük kondurmakla sevgi ihtiyacımızı giderebiliyor, bize havlayan sert bir köpeğe “hoşt” diyerek korkumuzu yenebiliyoruz, değil mi?
İlk insan Hz. Âdem’in yalnızlığını daha çok sevmeye başlıyorum. Hayat varsa ruh da vardır; ruh varsa insan olarak uyum sağlayacağımız fırsat ve imkânımız da vardır. Aynı kaynaktan beslenen varlıkların dost yoksulluğu yaşamalarını başka eksik değerlendirmelere bağlamanın gerektiğine inanıyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.