Mehmet Asıf IŞIK
Bir Başa Omuz Vermek
(Birkaç hafta önce on vilâyetimizi etkileyen, bazısını yıkıp deviren büyük depremde düşen başlara omuz vermeye koşan, imdāda yetişen asil, necip ve fedakâr ruhlara ithaf ile…)
Geçen sene aziz ve kadim bir dosttan gelen bu çok anlamlı fotoğraf pek tesir etmiş, hissiyatımı ihtizaza getirmişti. Şu notları yazmıştım fotoğraf karesinin altına:
Bu güzel, aslında çok basit ve fakat insanı derinliğine çeken harika manzara bir doğuşun mu, bir batışın mı, yoksa bir gidişin mi, ya da gelişin mi resmidir, tam olarak belli değil.
Belki şafak sökmüş, gece bitmiş de gündüze dönecekmiş gibi bir görüntü var. Sanki güneş gündüzden kalan son huzmelerini yerden toplayıp çekilecek ve yerini ay’a bırakacak gibi. Ya da gökyüzünde ay’dan mı güneşten mi, ya bir veda veya taze bir merhaba beliriyor. Kimbilir!
Bir an bile durmadan dönüp duran bu devranda belki de dünyamız gözünü güneşe yenice dönmüş, belki de güneş yüzünü semada başka yerlere/âlemlere çevirecek ışıltı ve sıcaklığıyla. Ya da tam tersi. Artık hangisiyse!..
Zaten her doğuş bir batışa, her geliş bir gidişe gebe değil mi? Her ayrılıkta bir vuslat saklı değil mi? Ya da her kavuşmak özünde bir ayrılık haberiyle gelmiyor mu; Şu fāni ve fenā aleme geldiysen mutlaka gideceksin diye! Öyle ya, aslında her gün görmüyor muyuz her doğanın batışını ve şāhit değil miyiz her gelenin gitmekte olduğuna?..
Olsun, her gün güneş doğar ve batar; Gece olur, gündüz olur, ne gam!..
Her hāl-u kârda, esen sabah yeli de, akşam rüzgârı da olsa, kişinin arkası ve tabanı (kökü) sağlam, yanında ve yakınında dik ve sıkı duran, başını yaslayacağı bir omuz varsa, ya da omuzuna başka başlar, hele de bu günlerde olduğu gibi dertli ve kederli, sahipsiz ve dayanaksız başlar yaslanacak ise varsın ay doğsun, güneş batsın. Varsın yeller okşasın, rüzgârlar essin, fırtınalar kopsun ve savursun, denizler yükselip kabarsın, hava ağarsın ya da kararsın!..
Şu harika görüntü ne anlatıyor, görenin gönlünde hangi manalar uyanıyor dersiniz Ben bir türlü karar veremedim, hüzün mü ümit mi, emin olamadığım karmaşık duygular arasında bocalıyorum; Aşık-māşuk mu, yıkılmış çaresiz bir baş candan bir dost omuzuna mı yaslanmış, ya da imdāda koşan bir samimi bir omuz bir zayıfı ayakta tutmaya mı çalışıyor? Aynı gāye için yaşayıp aynı mānāyı hissedenler el ele, gönül gönüle mi vermiş? Kimbilir, belki de hepsi…
Şu fotoğraf karesinde görülen lâleler gibi baş başa, kalp kalbe ve omuz omuza verilince her güçlüğün, her felâketin, her yıkımın üstesinden gelinebilir. Yıkılsak ta, devrilsek te, ufalansak ta birlik ve beraberlikle toparlanabilir, her zorluk aşılarak ayağa kalkılıp güçlü ve mutlu olunabilir.
Merhum Necip Fâzıl yıllar evvelinden, yüreğiyle ebede yönelmiş yalçın kayalar gibi sarsılmaz dostluklar ve samimâne muhabbetler için ne güzel deyivermişti: “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir / Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.”
Nazarımda ağabey makamındaki bir büyüğüm şu fotoğraf karşısında saatlerce derin düşüncelere dalarak uzun uzun seyrettikten sonra “Lâle Allah’a, gül ise Peygambere (sav) açılır” deyiverdi.
“Doğru, fakat eksik” dedim.
Merakla “Niçin” dercesine tuhaf ve şaşkın bakınca, “Her şeyi, her güzelliği, güzel görenler için açan Güzeller Güzeli Fettâh-ı ZülCemâl'dir (Açan/Açıcı ve Güzellikler Kaynağı). Her işi yapan, her şeyi yaratan, her varlığı çekip çeviren, halden hâle geçiren Celâl, Cemâl ve Kemâl sıfatların sahibi Allah’tır.
“O Allah ki, her celâli, cemâli ve kemâli tecellilerdeki güzellik, onlardaki san’atı, mukaddes mânâları, estetiği, hüsün ve güzellikleri hem kendi seyr eder, hem de kendi yarattığı, cemâlin müştaklarına seyrettirir. Cemâl sahibi Yüce San’atkâr, kendi cemâlinın seyrine doyulmayan hünerli eserlerine cemâl sahiplerinin hayran nazarlarıyla temâşâ eder.
“Her şeyi kuşatan ilmi ve hikmeti, her şeyi kudretine boyun eğdiren Zat, her şeye hem kendi nazarıyla bakar, hem gayrın nazarlarıyla bakar...
“Elbette, rayihası Muhammed Mustafa (sav)’ya sinen güller yaprak yaprak, perde perde Peygambere açılır. Gülün gönül çelen kokusu Resul’den haber verir. Lâle Allah’a açılır da, ya güller kokan Nebi kime yönelip açılır; uçsuz bucaksız kâinatı içine alan avuçlarını ve gönlünü kime açar? Her şey, her el ve her kalp Allah’a açılmıyor mu?” dedim…
Ruhu saatlerce duygularının derinliklerinde gezinen dostum ve ağabeyim kendine gelir gibi oldu. Daldığı âlemden devşirdiği mânâların içinde uyandırdığı huzur ve dinginlikle "İlâhi marifet ve ona götüren ilim ve mânâlar hazinesi olan Risâle-i Nur var ya, hayattır." deyiverdi.
“Evet” dedim ve devamla, “bilmem ki, lâtifeleri bu lâtif ve leziz mânâları sezip hissetmeyen akıl ve kalpler hayatta mıdır, hayatdar mıdır, ruhlarında can var mı?!..” sözleri akıverdi dilimden…
Gözleri ve gönülleri ebed'de, Ebedi'de ve ebedilikte olanlara ne mutlu, ne mutlu...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.