Serdar BİLGİN

Serdar BİLGİN

Mesnevi-i Nuriye’de terakkiyat-ı fikriye ve kalbiye-2

Beşeri Terakki

Bir önceki yazımızdan hatırlayalım inşallah. Maddi âlemin de cemâdatın da bize ölü görünmesine rağmen özünde canlı olduğu ve bu canlı maneviyatın Rahmân-ı Rahîmin tecellileri olduğu hakikatini Mesnevi-i Nuriye’den örneklerle izah etmeye çalışmıştık. Yine beşeri terakkiyi de; maddi ve manevi terakki olmak üzere iki cihetten ele almış, maddi terakkide beşerin Rabbini unuttuğunu ve bu deryada boğulduğunu anlatmaya çalışmıştık. Biz, bugün bu yazımızda manevi terakki üzerinde duracağız inşallah.

Manevi Terakki

Terakki deyince yollar ve yolcular geliyor aklımıza. Manevi terakki maddi terakkiden bağımsız değildir, onun eksiklerini giderir ve tamamlar. Tek başına maddi terakki de beşer yolunu kaybeder. Oysaki manevi terakkide bir rehber, bir yol haritası, yolculuk için gerekli malzemeler bulunan yol çantası ve şuurlu bir yolcu vardır. Hakikat tektir ancak yol da tek değil yolcu da.  “Mevcudat adedince Allah’a giden yol var” elbette. Bu dünyada bir yolcu, misafir ya da gurbette olduğumuz hakikatinden yola çıkarsak manevi terakkiyi; bizi memlekete götürecek bir ulaşım aracı bağlamında tanımlayabilir ve bu yolculuğu da farklı yollardan ya da farklı ulaşım araçları ile (uçak, tren, otobüs ya da yaya) tamamlayabileceğimizi düşünebiliriz.

Hakikate (memlekete) ulaşma gayesi ile sülûke başlayan manevi terakki; kavrayıcı ve şekillendirici olmak üzere iki ciheti ile karşımıza çıkar. Bugün bu yazımızda kavrayıcı terakki üzerinde duracağız inşallah.

sekil1-001.jpgsekil2-001.jpgsekil3.jpgsekil4.jpg

Kavrayıcı Terakki

Bilinmek isteyen Allah, bilme isteğini insanın fıtratına derç etmiştir. Bilme İsteği, Hâcât-ı Zarûrîye, İfade-i Meram kavrayıcı terakkiye vesile olur. Kavrayıcı terakkiyi, varlığın anlamına yönelik bir terakki olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda kavrayıcı terakki; insanın kendine ve çevresine dair sorulara cevap arama ve cevap alma sürecini, velâyet, nübüvvet tarafından tebliğ olunan sır yüklü iman hakikatlerini, kalbin tefekkürü, aklın nuru, ruhun sezgisi vasıtasıyla idrak etmeyi, rasyonelliği, tefekkürü, tedebbürü yani ince ve derinlemesine düşünmeyi, ifade eder. Ancak varoluşun tam ve sahih bir resmini kavramak için Cenâb-ı Hakk’ı bütün isimleriyle tanımayı icap etmektedir. Kavrayıcı terakki, tam ve sahih bu resme ulaşmaya çalışır. inanmakla yola çıkar, ahlaki yücelmeyle, aklını kullanmayla ve ilimle mesafe alır.

Allah’ın ulûhiyetine tam bir iman, O’nun rubûbiyetini kavramayı; eşya kadar, eşya arasındaki karşılıklı ilişkiyi de O’na tevdi ve teslim etmeyi gerektirir. O nedenle Kur’an’da ve Kur’an ayetlerini şuhudî bir tarzda beyan ve tefsir eden Risale-i Nurlar da,  insanı yaratılış ve oluş üzerinden ulvi merakını geliştirmeye çağırır, ulvi merak ile insanı kendini ve kâinatı kavramaya sevk eder. “Hiç bakmaz mısınız?” “Hiç düşünmez misiniz?” “Hiç anlamaz mısınız?” “Hiç ibret almaz mısınız?” “Sizden öncekilere bakmaz mısınız?” gibi davet, uyarı ve ikazlar, yüksek bir sorgulama, tefekkür etme, muhakeme etme, idrak etme ve bilinç kazanmaya yapılan çağrılardır. «Tevhit, risalet, haşir ve adalet» kavramları üzerinde fikri terakkiye yönlendiren bu çağrıları imana çağrı olarak düşünebiliriz. O nedenle kavrayıcı terakkide iman girizgahtır.

İman; aklı, kalbi, vahyi, sünneti ve sanatı bütünler ve bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder, Kur’an’ı merkeze alan “verâset-i nübüvvet” çizgisi dahilinde bir denge ve kemâl arayışını başlatır. Şer’i hükümler ruhsuz birer kanun maddesi olmaktan çıkar, kainatın ve insanın varoluş amacına denk düşen ruhlu ve hakikatli birer esasa dönüşür, öz ve kabuk, asl ve fer, gövde ve dallar bir bütün olarak kavranır.

O zaman şunu ifade edebiliriz; kavrayıcı terakki, üstad-ı hakikî olan Kur'ân’ı, Tevhid-i kıble belirlemekle ve Hâlık-ı Âlemi bize târif ve ilân eden delilleri ve burhanları görmekle, Kur'ân’ın söyledikleri ile kainatın gösterdikleri arasındaki tutarlılığı ve bütünlüğü kavramaya çalışma ile başlarız. Bu kavrama sürecinde; zerreler arasındaki tesanüd ve muvazeneyi; nebatat ve hayvanatta bir tebeddül ve tahavvülü; küre-i arzda gece ve gündüz cihetiyle bir tağyiri görür, âlemdeki ilahi amaçların Allah’ın tenzih ve teşbih arasındaki vahdetiyle açığa çıktığını anlar, izafi bir varoluşa sahip olan varlıkların fenâ ve zevalleri, ancak tevhidin yüksek hakikatiyle gerçek bir kimliğe ve içeriye kavuştuğu sonucuna ulaşırız.

Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, imanla baktığımızda, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki, emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Bakarız ki, kâinatta herhangi birşey, hadd-i kemâle vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemâline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemâli ister, kemâl de sübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemâl iledir. Kemâlin kemâli de devam ile olur. Çünkü o masnûat, bekà içindir. Hayat, Hâlıkın ehadiyetine burhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir.

Âlemde Cenâb-ı Hakkın sun'uyla terkip vardır. Allah'ın izniyle tahlil vardır. Allah'ın emriyle icad ve idam vardır. Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar herşey, zâtında, hakikatinde sabit olan acz ve fakrın lisan-ı haliyle Sâniin vücub-u vücudunu ilân eder. Hâlık-ı Âlemi bize târif ve ilân eden deliller ve burhanlar, lâyüad ve lâyuhsâdır. O delillerin en büyükleri üçtür.

Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu kitab-ı kebir-i kâinattır.

İkincisi: Bu kitabın âyetü'l-kübrâsı ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künûz-u mahfiyenin miftahı olan Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselâmdır.

Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkata karşı Allah'ın hücceti olan Kur'ân'dır.

Kur’an Cenâb-ı Hakk’ın “kelam” sıfatı; kâinat da “irade” sıfatı ile terakkisini yansıtır. Bu terakkide Kur’an ve Efendimiz Resul-i Ekrem, kâinata doğru bir biçimde bakmanın usulünü gösteren rehber görevi üstlenir, nefsimiz ve etrafımız üzerindeki aşinalık ve ünsiyet perdesini kaldırır. Kâinat da Kur’an’ın bildirdiği hükümlerin doğruluğunun delili ve şahidi olur. Ve onların rehberliği ve irşadıyla hem kalp hem de ruh sülûke başlar. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin nuruyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilâfet ve hâkimiyetin zirvesine yükselir. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, onların ziyasıyla tenevvür eder. İnsanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn olan fenâ-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye derecesine çıkarır.

Devam edecek...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.