Misafir Kalem
Modernizm, Reformizm ve Tecdîd (IV)
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı
(23 Nisan 2019 tarihinde (Rotterdam İslam) üniversitemizde gerçekleşen "Modernizm, Reformizm ve Tecdid" başlıklı konferansta sunduğum tebliği parçalar halinde paylaşacağım.)
İslamiyetin Hristiyanlıkla Kıyaslanmasının Yanlışlığı
Yukarıda açıklanan reform ve tecdid yaklaşımlarını değerlendirmeyeceğiz; zira bunların bir çoğu zaren İslam Hukukunun ülül-emre tanıdığı sınırlı yasama yetkisine dahildir. Dolayısıyla bunlar da Şerî‛ata aittir ve onun sınırları dışında değildir. Aksi takdirde İslam Hukuku, dinamik bir hukuk olmaktan çıkar. İslam hukuku iki temel prensip ışığında ülül-emre özellikle idarî konularda tanzîmî tasarruflar yapma hakkı tanımaktadır:
Birincisi, hukukî prosedürler ve delillerle alakalıdır ve bu manada sınırlı da olsa Şerî‛at mahkemelerinin vazifeleri konusudur ki, Şer‛‛at mahkemeleri kesin deliller olmadan dava dinleyemeyeceklerdir.
İkincisi ise, mahkemelere verilen talimatlar manasındaki idarî düzenlemelerdir. Bu talimatlar, siyasî otoriteye yani ülül-emre muhtelif mezhebler yahut hukukçuların görüşleri arasından mevcut sosyal şartlara en uygun olanını seçme yetkisidir. Mesela, Mısır’da resmen kabul edilen Hanefî mezhebi, hul‛ mu‛âmelesi dışında, kocası tarafından tarafından yapılan ve evliliği çekileme hale getiren bir sebebten dolayı kadına mahkemeye başvurma hakkı vermemektedir. Bu da kötü mu‛âmeleye ma‛ruz kalan hanımları zor durumda bırakmaktadır. Malikî mezhebi ise, nafakayı temin ve maddî yardımda başarısız olan ve aynı zamanda hanımına karşı vahşîce davranankoca ile mahkemeye müraaat ederek evliliği sona erdirmeye imkân tanımaktadır.1920’de Mısır Medenî Kanunu Mâlikî mezhebine göre tadil edilmiş ve Şerî‛at mahkemelerinde tatbik edilir hale gelmiştir. Osmanlı Devleti de, son zamanlarda tefrik sebepleri arasında bunu kabul etmiş ve uygulamışlardır. (Bkz. HAK) .[1]
Netice olarak, bir konuyu daha açıklamak istiyorum. Batılı müsteşrikler ve modernist bazı İslam âlimleri, bazı konularda, İslamiyeti Hristiyanlığa kıyâs-ı ma’al-fârık yoluyla yanlış bir kıyas yapmakta ve Hristiyan Batılı devletlerin, laik hukuku iktibas etmelerini örnek vererek, benzer değişimi Müslümanlara da teklif etmektedir. Bunun nasıl bir yanlış kıyas olduğunu Bediüzzaman’dan dinleyelim:
“İslâmiyet'i Hristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfarıktır, o kıyas yanlıştır. Çünki Avrupa dinine mutaassıb olduğu zaman medenî değildi; taassubu terketti, medenîleşti. Hem din, onların içinde üçyüz sene muharebe-i dâhiliyeyi intac etmiş. Müstebid zalimlerin elinde avamı, fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan; onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu. İslâmiyette ise, tarihler şahiddir ki, bir defadan başka dâhilî muharebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit ehl-i İslâm, dine ciddî sahib olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahid, Avrupa'nın en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir.
Hem ne vakit, cemaat-ı İslâmiye dine karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedenni etmişler.
Hem İslâmiyet, vücub-u zekat ve hurmet-i riba gibi binler şefkatperverane mesail ile fukarayı ve avamı himaye ettiği; اَفَلاَ يَعْقِلُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَفَكَّرُونَ ٭ اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle daima İslâmiyet, fukaraların ve ehl-i ilmin kal'ası ve melce'i olmuştur. Onun için, İslâmiyet'e karşı küsmeye hiçbir sebeb yoktur.
İslâmiyet'in Hristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:
İslâmiyet'in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise "velediyet" fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. اِتَّخَذُوا اَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّٰهِ âyetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıb bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.” [2]
[1] Al-Zarqa, al-Fiqh al-Islamî Fi Sawbih al-Jadid, vol. I, (Damascus: Dar al-Qalam, 1998), vol. 1, sh. 165-72.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Mektûbât, sh. 325-326; Bukhari, Anbiya' 6; Manaqib 25; Maghazi 61; Fada'il al-Qur'an 36; Adab 95; Tawhid 23, 57; Istitaba 95; Muslim, Zakat 142-4, 147, 148, 154, 159; Abu Da'ud, Sunna 28; Tirmidhi, Fitan 24; Nasa'i, Zakat 79; Tahrim 26; Ibn Maja, Muqaddima 12; Muwatta', Nass al-Qur'an 10; Musnad i, 88; iii, 5; iv, 145; v, 42.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.