Senai DEMİRCİ
Namaz, insan olması tercih edilenin insan olmayı tercih etmesidir.
Üstad Bediüzzaman, Dokuzuncu Söz’de namazı insanın kâinata tam donanımlı mukabelesi olarak anlatır. Rum Suresi’nin 17. ve 18. ayetlerinden hareketle konuşur. Bu ayetler insanı göklerde ve yerde olan bitenleri fark etmeye çağırır. Sabahın ve akşamın nöbetleşmesine, öğle ve gecenin gelmesine duyarlı olmasını bekler. Gökleri ve yeri varlığın göğsü olarak tarif ederken, günün beş köşesini bu kalbin nabzı olarak duyurur bize.
Namazın Kur’ân’daki karşılığı ‘salat’, insanın kendi donanımını ayağa kaldırmasını da ifade eder. İnsanın kâinatla bağı, önce organik bedeni üzerindendir ama hayret eden ve minnet duyabilen bir kalbin sahibi olarak varlıkla ilişkisini hayvan yanından insan yanına doğru yükseltmesi beklenir. Ayağa kaldırması beklenir.
Üstad, Dokuzuncu Söz boyunca, her vaktin insan kalbine dokunuşunu okur. Kalbin gizli sancılarına ses verir, sessiz arayışlarını resmeder. Hayvanî altyapısıyla yeryüzünde dolaşan insanı, insanî üstyapısına doğru kıyam ettirmek ister.
Hayvan yanımız, organik tarafımız, dünyanın belli bir bölümüyle ilgilidir. Yiyeceklerle doyar, havayı nefeslenir, ışığında aydınlanır, suyunu içer, renklerini ve biçimlerini gözüyle görür. Fakat insan yanımızla, kalbimiz ve ruhumuzla, gövdemize hiç temas etmeyen şeylerle ilgiliyiz. Her acıya duyarlıyız, her sevinci duyabiliyoruz. Diyebiliriz ki, feleğin çarkları kalbimizin etrafında dönüyor.
Öyleyse, kâinatın varlığına mukabelemiz, sadece hayvanî yanımızla değil, insanî yanımızla olacak. Kâinatın kalp atışları gibi duyduğumuz değişim ve dönüşüm anlarını, insanlığımızın nabzına taşıyacağız. Şuurumuzla mukabele edeceğiz; bedensel çıkarlarımızın çapıyla sınırlandırmayacağız.
İnsaniyetimiz bizi kâinata bağlıyor. Hayvaniyet bizi kâinatın içinde, küçük bir gezegenin, bir kıtasının, bir şehrinin, bir mahallesindeki, sıradan bir evin, küçük bir odasında tutarken, insaniyet gözümüzün pervazına vuran kıl kadar gün ışığı yüzünden tüm bir kâinata karşı sorumlu kılıyor. Varlığın hepsine karşı mukabeleye çağırıyor. Hayallerimizin eriştiği her ufka anlam vermemizi bekliyor.
Aklımıza vuran ışık huzmelerinin haber verdiği en uzak yıldızın bile var oluş nedenini ‘oku’madan edemiyoruz. Varlığın nereden geldiğine, neden bu kadar güzel olduğuna, neden bunca düzenli olduğuna, ne gibi haberler getirdiğine, o haberleri nasıl algılamamız gerektiğine, buna göre kendimizi nasıl bir his dünyasının içerisine koymamız gerektiğine dair sorular yükleniyoruz. Bunca kısa bir ömrün içinde bizi bunca geniş bir kâinata muhatap edenin, başka bir ‘projesi’ olduğuna kanaat ediyoruz. Bu kadar geçici eşyaya, toz kanatlı kelebeklere, eziliverecek sinek kanatlarına uzunca bir süre tefekkür edilse bile hakkı verilmeyecek güzel nakışlar yükleyen Yaratıcı’nın bizim için “daha fazlası”nı hazırladığından emin oluyoruz.
İnsan, bu insaniyet ilişkisini her zaman canlı tutamıyor. En canlı, en bariz ilişki tarzımız yemek içmek oluyor çoğu kez. En güzel örneğimiz, “bak ne kadar güzel nimetlere mazhar oluyoruz!” dediğimizde, aklımıza ilk gelen, sabah kahvaltısında yediğimiz ya da öğle ve akşam yemeğinde yediklerimiz, tattıklarımız oluyor. İnsanî ilişkileri kurmaya, bedenî hazlarımız üzerinden başlıyoruz. Bunda bir beis yok; yanlış değil buradan başlamak. Yanlış olan burada takılmak, burada kalmak; ötesine geçememektir.
Namazın içerdiği ‘tesbih’ ve ‘tahmid’le bedensel ilişkilerimizi insanî ilişkilere yükseltmemiz isteniyor bizden. Bunun için soru sormamız gerekiyor: “Siz nerden geldiniz, sizi kim hazırladı, kim gönderdi bana, beni size muhtaç olarak kim yarattı, kim var etti, bana o ihtiyaç duygusunu kim verdi?” diye başlıyoruz. Yavaş yavaş sevdiğimizi fark ediyoruz o nimetleri. Onlar üzerinden bize, hepimize, insanî yanımıza lütuflar, ihsanlar, keremler yapıldığını görüyoruz. Onların devamını istiyoruz, hep yanımızda hazır olsunlar istiyoruz. Gelecek endişemiz harekete geçiyor. Bugün verildiği gibi yarın da verilecek mi? Tattığımız bunca lezzet kesildiğinde acı veriyor. Tükendiğinde hüzünlendiriyor. Öyleyse devamını istiyoruz. Lezzetlerimiz zeval bulmasın diyor kalplerimiz; güzelliklerin terk edişiyle elem çekmek istemiyoruz. Elemsiz bir yer arıyoruz. İnsaniyet böylece çalışmaya başlıyor. Sonra ebedî hayatta, ebedî saadete yani Cennete ihtiyacımızı fark ediyoruz. Sonsuz arzumuzun adını koyuyoruz. Arzuladıklarımızı şu dünyada hiç bir şeyin veremeyeceğini, insaniyetimize dünya dolusu lezzetlerin bile karşılık gelemeyeceğini anlıyoruz.
Nimetlerin maddesi ile hayvanî yanımız muhatap oluyor. O maddenin içinde saklı lûtuf ve ikram iradesiyle, sevindirme ve memnun etme kastıyla insaniyetimiz muhatap oluyor. Madde zarfının manevi mesajını görmeye başlar başlamaz, hayret ve minnet duygularımız da hareketlenir. “Subhanallah” deriz insaniyetimizle, çünkü hiçkimsenin bu kadar güzelliği bu kadar sessizlikle yerine getirecek gücü yoktur; illâ ki Allah. “Elhamdulillah ” deriz insan yanımızla, çünkü hiç kimsenin bunca güzelliği bize, ince bir nezaketle, sınırsız bir iltifatla hediye olarak takdim edecek hali ve niyeti yoktur; illâ Allah. “Allahuekber” deriz insan yanımızla, çünkü hiçkimseden bunca sonsuz kudretini bunca nezaketle lehimize kullanmasını bekleyemeyiz; illâ Allah. “Lâ ilâhe…” deriz insan yanımızla; çünkü hiç kimse, hiçbir şey buradaki varlığımızda pay sahibi değildir; “…illâ Allah!”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.