Abdulkadir MENEK
Nur hizmeti ve kevser havuzu
Çoğu zaman neticeyi değiştirecek bir tasarrufa ve kudrete malik değiliz. Sebeplere başvurmak, tebliğ vazifesinde bulunmak, iman ve Kur’an hizmetini hiçbir dünyevi arzu ve menfaat ile bulaştırmadan yapmak dışında zihnimizi başka bir konu ile meşgul etmemek durumundayız.
Saf bir niyet ve zihin ile tebliğ görevimizi hakkıyla yerine getirdikten sonra, gönül huzuru ve rahatlığı ile hadiselerin dağlarvari dalgaları arasında seyahat eder ve İlahi icraat ve tasarrufları ibret ve tefekkür ile seyredebiliriz.
Riyasız ve karşılıksız bir iman hizmeti yapmakla görevli olan hizmet ehli, hiçbir hareketini neticeye bina etmez. Asrımızın dehşetli günah gayyalarında çırpınan ve birçoğu boğulan insanların yardımına koşmak, ebedi helaket ve felaket ihtimallerini, daimi bir saadet ve mükâfat istikametine çevirmek için elimizden gelen gayreti göstermek, vazife ve meşguliyet olarak bize yeter ve yetmelidir.
Eğer biz ihlas ile vazifemizi yapar ve İlahi vazifeye karışmak gibi bir pervasızlıkta bulunmazsak, vazifemizi yapmış bir kul olmanın sürurunu yaşayabiliriz. İmana ve Kur’an’a hizmet yolunda bazı faaliyetlerde bulunduktan sonra, neticeyi bekler gibi bir tavır içine girmek ve tecrübe vaziyetini takınmak, hakkımız olmadığı gibi haddimiz de değildir. Said Nursi’nin ifadesi ile Hz. Peygamber’in (ASV) metodu, tebliğde aklımızdan asla çıkmamalıdır:
‘’Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde(işlerinde), Cenâb-ı Hakka ait netâici(neticeleri) düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları(katılmaları) şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Hâlbuki üstad-ı mutlak, muktedâ-yıküll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, "Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir." (Nur Sûresi, 54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü "Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir."( KasasSûresi, 56) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.’’ (Lem’alar, sayfa,135)
İnsanların teveccüh, takdir, tebrik ve alakaları da, bizim tasarrufumuzda olmadığı gibi, yaptığımız hizmetin dünyevi bir karşılığı hükmüne geçebileceğinden, kalbimizden dahi geçmemeli, hareketimize ve hizmetimize illet olmamalıdır. Böyle bir durum ihlasın zedelenmesine yol açabilir.
Üstelik bu arzu, bize herhangi bir fayda sağlamadığı gibi, en büyük sermaye ve karımız olan ihlasa zarar verdiğinden büyük bir ceza olarak görülmelidir. Said Nursi’nin bu konuda yaptığı ikaz, ehemmiyetle nazara alınması gereken bir pusula görevi görmeli ve ihlas iklimlerinde son nefeslerine kadar yol alıp vazifelerini bu büyük şeref ile bitirmek isteyenlerin akıllarından çıkmamalıdır:
‘’Teveccüh-ü nas istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer. Şan ve şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise, ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzünden gelen bir itap(azarlama) ve bir mücazattır.(cezalandırma) Evet, amel-i salihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nas ve şan ve şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukabil(küçük lezzete karşılık), kabrin öbür tarafında azâb-ı kabir gibi nahoş bir şekil aldığından, teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır. Şöhretperestlerin ve şan ve şeref peşinde koşanların kulakları çınlasın!’’(Lem’alar, sayfa: 153)
İhlâslı olan şahıslar bile bazı önemli noktalara dikkat etmedikleri zaman büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalabilirler. ‘’Tefani’’ düsturunun gereği olarak Nur Talebeleri birbirlerinde fani olmalıdırlar. Yani ‘’kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyat ve hissiyatıyla fikren yaşarlar. Nur Mesleğinin esası kardeşliktir. Peder ile evlat, şeyh ile mürid arasındaki vasıtalarda olduğu gibi, bir münasebet içinde bulunmazlar.’’
Olsa olsa Üstad’ın manevi şahsiyetinin mümessili olan‘’şeyh-i Risale-i Nur’’ vardır ve herkes dersini buradan almalıdır. Şahsi fazilet ve üstünlükler elbette ind-i İlahi’de malumdur, makbuldür ve adalet-i İlahiye terazisinde hak ettiği mükâfatı herkes fazlasıyla alacaktır.
‘’Evet, bahtiyar odur ki, kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.’’ (Lem’alar, sayfa, 169)
Kalıcı ve ebediyete akan bir ‘’Kevser Havuzuna’’ sahip olmak ve ebed-ülabad yolunda perişan olmamak için, cirmi, yaptığı hizmetin çokluğu ve ehemmiyeti ne olursa olsun, her bir hizmet elemanı hiç tereddüt etmeden bu havuzun rengine bürünmeli, bu ab-ı hayat ile bütünleşmeli ve şahs-ı manevinin makam ve fazileti ile iktifa ederek teali etmelidir.
Bu noktada istinat noktamız, ihlâsın manevi atmosferine bütün varlığımız ile sarılmak ve elden kaçırmamak için olağanüstü bir gayret göstermek olmalıdır. Aksi takdirde, karanlıklar içinde ve nefsin tuzakları ile dolu bir yolda, emniyet ile seyahat etmemiz, halas ve necat ile bu uzun ve meşakkatli seyahati bitirmemiz mümkün olmayacaktır.
Bir buz parçası gibi olan şahsiyetini ve enaniyetini bu mukaddes havuz içine atıp eritme faziletini gösterebilen ve büyük bir havuzu kazanabilme şansını elde edenlere selam olsun.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.