Erdem AKÇA
Osmanlı Devleti’nin Son Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin ‘Sigorta’ Hakkındaki Makalesi
Osmanlı Devleti’nin Son Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi’nin ‘Sigorta’ Hakkındaki Makalesi
Beyânülhak Gazetesi, II. Meşrutiyet’ten sonra yayın hayatına girip 1908-1912 yılları arasında faaliyet göstermiştir. Cem’iyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’nin yayın organıdır. Osmanlı’nın son devresinde ve Cumhuriyet döneminde ilim camiasına damgalarını vuran Mustafa Sabri Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Mustafa Safvet Efendi, Tâhirülmevlevî, İskilipli Âtıf Hoca gibi çok sayıda âlim çeşitli konularda İslâmî kaide ve imanî hakikatleri dile getirdiği makalelerini Beyânülhak Gazetesi’nde yayınlanmışlardır. Müelliflerden özellikle Mustafa Sabri Efendi ve İskilipli Âtıf Hoca’nın iktisadî konulara dair ilmî çalışmaları gazetede yayınlanmıştır.[1] Bu makalelerden birisi sigorta hakkında olup Mustafa Sabri Efendi tarafından herkesçe anlaşılabilecek derece açık ve sade bir dil ile kaleme alınmıştır. Makalenin asıl metnine müdahale etmeyerek latinize edecek, bazı teknik tabirlerin anlaşılması için parantez içinde günümüz dilindeki karşılığı yazılacak veya dipnotta kısa bir açıklama getirilecektir. Konu güncelliğini devam ettirmesi ve yayılması açısından makale son derece önemlidir. Takva merkezli olarak, şuurlu bir dimağdan ve Allah rızası hedefli olarak kaleme alınmasıyla da ideal bir fetvanın nasıl olacağını göstermesi açısından son derece kıymetli bir nümune-i imtisaldir.
“Din-i İslâm’da Hedef-i Münâkaşa Olan Mesâil’den: Sigorta-Kumar”[2]
Sigorta nâmıyla ma’ruf olan ve sahâ-i cereyânı gittikçe tevessü’ eden (genişleyen) muamelenin suret-i hâzırası (şimdiki görüntüsü) itibarıyla adem-i meşruiyetinden (meşru olmamasından), ve ukûd-u meşruadan (meşru akitlerden) birine ircâı (döndürülmesi) çaresinin bulunup bulunamayacağından bahs edecek değiliz. İnsanların medâr-ı maişet ve servetlerinin bihasebi’t-tâkâti’l-beşeriyye (insanın gücü nispetinde) muhâfaza-i mevcudiyyeti (varlığını koruması) ve ticârette emniyet ve terakkinin husûlü için kabulüne lüzum-u kat’î görünen bu muamelenin yerine kâim olmak üzere ahkâm-ı celîle-i fıkhiyemizin hudûd-u müdevvenesi (belirlenmiş sınırları) dâhilinde bir akd-i meşrû’, bir mes’ele-i fıkhiye bulunmadığı ve’l-hâsıl ahkâm-ı şer’iyyemizin (şer’î hükümlerimizin) bu gibi ihtiyâcât-ı zaruriye ve mübremeyi kâfil olacak (zorunlu ve kesin ihtiyaçları kefâleti altına alacak) surette ta’dîl ve tevsii (genişletilmesi) bir vazife hâlini almış olduğu hakkında bazı fikirlerce kanaat hâsıl ve hâdis olmuştur. Ki bizim de en ziyâde tedkîk ve tezyif edeceğimiz cihet işte burasıdır.
Evvela şurasını arz edelim ki halkın emvâlini (mallarını) sigortaya kabul eden şirketler de kendi sermayelerini müteselsilen yekdiğerine sigorta etmek mutâd olduğu cihetle bir kaza vukuundan mal sahibinin zararını diğer kumpanyalar[3] ve hatta umum kumpanyaların zararını da sigorta şirketlerinde mukayyed olduğu halde kazâdan masun kalan emvâlin bedelât-ı taksitiyeleri (taksit bedelleri) telâfi ederek mezkûr zararın kumpanyalarla onlara münasebeti bulunan ahâli beyninde inkisam eylemesi sigorta muamelesine, kumpanyalara âlet-i istifâde olmaktan ziyâde bir renk-i teâvün (yardımlaşma rengi) veriyor gibi görünmekte ise de bir kere de şu ciheti düşünelim ki, mesela hanesini göze aldırılan bir ücret, bir fedakârlık mukabilinde harîk (yangın) sigortasına koyan adam geceleri rahat rahat uyku uyumasına mâni olacak derecede derûnunda ukdezen-i ihtilac (kalp sıkışıklığına sebep) olan bir vesveseyi, bir ihtimal-i ma’kûsu (uğursuz ihtimali) bertaraf etmiş olur değil mi? İşte sigortanın en büyük fâidesini teşkîl eden şu hal, dikkat olununca mezkûr adamın —hiss-i iffet ve hamiyeti ne derecelerde metin ve mükemmel olursa olsun— hanesini muhâfaza husûsunda evvelki kadar dikkat ve i’tinâya ihtiyacı kalmamasından ibarettir. Ki herkes hakkında fazilet-i insâniyesinin za’fına göre bir nisbet-i mütezayide (doğru orantı) ile cârî olan şu hâlin, kesret-i vuku’una meydan vereceği hasârât (hasarlar), ne kadar münkasım (bölünmüş) olursa olsun yine servet-i umumiyeden zâyiat, hem de karşılıksız yani sigortaların tazmin edemeyeceği hasârât değil midir?
Sonra bu hasârât arasında sigortasız emvâla ait olan zâyiât-ı sâriyenin (yayılan kayıpların) zımân-ı münkasımdan (bölünmüş tazminatlardan) da hisse-i telâfisi bulunmadığı cihetle büsbütün heder olup gitmesi ve sigortaya kabul edilen emvâlin bihakkın takdir-i kıymeti ve tâlib olan eşhâsdaki ağrâz ve makâsıdın tedkîk-i mâhiyeti hususunda tesadüf edilecek müşkilât-i azîmeye mebni, içinden çıkılamayacak derecede bir takım entrikalara yol açılmak yüzünden hiçbir şey olmasa yine servet-i umûmiyeye büyük zararlar açılması da başka.
Sigortanın kabulü faraziyesinde sigortasız emvâlin zararını ileri sürmek münasip olmayacağı için herkesin emvâlini sigorta ettirmesi ise cidden baîd (uzak) olduğu gibi bu da zikrolunan felsefelerle ya erbâb-ı müsamahayı veyahut ashâb-ı ağrâzı çoğaltmaktan ibâret olacağı âzâde-i beyandır.
Şurası da şâyân-ı dikkattir ki mesela harîka karşı sigorta ettirilen bir binada yanmak ihtimali son derecede zaîf ve vâhî (boş) bir ihtimal halindedir. Demek ki yanmasından korktuğumuz o bina yanmayacaktır. Eğer yanacak olsa hiç onu kumpanya sigortaya kabul eder mi? Yanmayacağına güvenir ve yanmayacak olan bu binanın bekasından senelerce müstefîd olacağını kaviyyen farz ve tahmin ediyor ki sigorta muamelesine girişir. Şu halde bu istifadeyi bina sahibi kumpanyaya terk etmeyip nefsi için alıkoysa yani sigorta muamelesinden sarf-ı nazar etse (vazgeçse) daha iyi değil midir?
“Kumpanya sigortaya aldığı binayı yanmayacak diye almıyor. Yanarsa o zararı idâresi dahilinde bulunan diğer hanelerden telafi edebileceğini düşünüyor” denilirse bu defa o diğer hanelere nakl-i kelâm edilerek: “Bunlar yanacak mı, yanmayacak mı?” suali vârid olur ve neticede lâzım gelen devir veya teselsül[4] her halde binaların her birinde yanmamak ihtimalinin kuvvetine kanaatle def’ edilebilir. İşte bunlar bir takım hakâikdir (hakikatlerdir) ki kumpanyalar tarafından daha güzel takdir olunuyorlar demektir. Şayet istidlâlimiz mücmel (özet) göründüyse bunu biraz izah edelim:
Bizim bir binamız varsa kumpanyanın bin binası var. Biz bir tanesi için korkuyoruz da o niye bin tanesi için korkmuyor? Demek kumpanyanın bu bin ebniyeden (binalardan) senede yanmasına ihtimal verdiği mikdar, her halde bunlardan toplanan ücret-i seneviyenin mâdûnunda (yıllık ücretin altında) kalacak bir ehemmiyeti hâiz olabilir. Ki bu ise bir hane hesabına senede çok görülmeyerek verilen paranın ehemmiyeti o hanede yanmak ihtimalinin ehemmiyetinden büyük olduğunu intaç eder. O derecede ki kumpanyalar tarafından bin hane üzerinde icrâ edilen kâr ve zarar hesabının küçük mikyâsı bulunan bir hane hakkında icab edeceği netice-i ma’ruzayı (uğranacak sonucu) kabulde tereddüd göstermek mesela birin ona nisbeti, onun yüze nisbeti gibi olduğuna inanmamak mesâbesinde olur.
Hakikat-i riyâziye (matematiksel bir hakikat) şeklini almağa başlayan nazariyatımızı biraz daha izah edelim: Bi’l-farz (farz edelim ki) yüzde bir buçuk nisbetinde bir ücretle sigorta edilen bir hanede yanmak ihtimali —sigorta şirketlerinin mezkûr ücretle bu ihtimalî mübadeleye rağbet göstermelerinden bi’l-istidlâl— kat’iyyen yüzde bir buçuk derecesine çıkmayıp mesela yüzde bir nisbetinde kalmak lazım geldiğine nazaran bu hanenin kıymeti bin lira olduğu takdirde sigorta ücreti binde on beş ve yanmak ihtimali binde on nisbetinde olur. İşte bu hanelerden bin tanesini bir birine zammetmekle (eklemekle) ücretin bir milyonda on beş bin ve tehlike ihtimalinin bir milyonda on bin derecesine çıktığı görülür. Ki bu suretle bir hane üzerinde yürütülen hesab-ı nisbînin (orantısal hesabın) biaynihi (aynı şekilde) bin hane hakkında da bâki ve lâyetegayyer (değişmez) olduğu tahakkuk eder. Çünkü onun on beşe nisbeti her ne ise on binin on beş bine nisbeti de odur. Çünkü mezkûr bin hane dediğimiz de yine bizim üzerine titrediğimiz tek hanemiz gibi birer haneden müteşekkildir.
Demek ki “Bir evim var, yanarsa sokakta kalırım” diye korkan bir adamın mevkii ile bin haneyi sigortaya kabul eden bir şirketin mevkii arasında tehlike nokta-i nazarından fark olması lazım geldiği kat’î ve riyâzî (matematiksel) bir bürhan ile sâbit iken hane sahibi için korkmakta ma’zuriyet ve şirket için de bir hakk-ı cesâret (cesaret hakkı) tasavvur ederiz ki bu hal mahzâ vâhimemizin[5] bizi tağlît etmesinden (yanıltmasından) ileri gelir. Eğer bunlar arasında bir fark var ise hane sahibinin sigorta için vereceği taksitleri kendi kendine biriktirmesi mutad olmadığı halde şirketlerin bu paraları zarar ve ziyan karşılığı olarak muhâfaza etmeleri meselesinden ibarettir. Halbuki şu fark, cüz’î bir ihtimam ile bertaraf edilebileceği gibi vâhimemizin (vehim gücümüzün) bizi iknâa çalıştığı fark nev’inden de olmadığı için nazariyat-ı sabıkamıza (önceki teorilerimize) kat’iyyen dokunmaz.
“Şirketlerde sermaye müteaddid eşhâsın (çok sayıda kişilerin), havâic-i asliye-i maişetlerinden (geçimlerine ait asıl ihtiyaçlarından) fazla olarak âdetâ açıktan para kazanmak maksadıyla ayırdıkları meblağdır ki bunun zıyâı (kaybı), mesela bir âilenin senelerce dişinden tırnağından artırdığı para ile yaptırabildiği bir hanenin zıyâı kadar acı gelmez” denilmek de doğru olamaz. Çünkü bir adamın bir evinin yanması, vukuu muhtemel olmak itibariyle koca bir şirkete ait olan binlerce evlerden bir tanesinin ve hatta bir haylisinin yanması nisbetinde olmayıp şirketin bütün evlerinin demeyim de her halde devam-ı muâmelâtını sektedâr edecek (ticaretinin devamını sekteye uğratacak) kadarının yanması ihtimaline muâdil olmak lazım geleceği biraz evvel serdettiğimiz tedkîkat ile sâbit olduktan sonra teessüs etmiş bir şirketin zeval ve iflâsını, ehemmiyetçe bir ailenin sokakta kalmasından aşağı gibi telakki edebilir miyiz? Halbuki şirketin, şunun bunun zevâid-i emvâlından (mallarının fazlalıklarından) müteşekkil olmakla onun iflâsı yüzünden eshâm-ı mezkûre ashâbının (bahsedilen hisse sahiplerinin) maişet-i asliyelerine (temel geçim kaynaklarına) halel gelmese de başka bir medâr-ı maişeti olmayan şirket müstahdemîninin (çalışanlarının) halleri nasıl olur? Bir de misal-i sabıkadaki (önceki örnekteki) bin liralık yegâne hanemizin birkaç saat içinde yanıp kül olması ihtimalindeki tehlikeden yani def’aten bin liralık bir ziyandan korktuğumuz halde bu hane için sigorta bedeli olarak yüzde bir buçuk hesabıyla her sene verdiğimiz on beş lirayı neden istiksâr etmiyoruz (çoğaltmaya çalışmıyoruz). Çünkü bin liralık hanede oturmak bin liranın hesab-ı vasatî (ortalama hesap) ile yüzde altıdan faizi bulunan altmış lirayı, senevi süknâ (yıllık oturma) menfaati mukabilinde istihlâk eylemek (tüketmek) yahut tabir-i âherle (diğer tabirle) bin liraya yüzde altıdan fâiz vermek demek olduğu halde bu hane kendi malı olduğuna nazaran senede en azdan yüzde bir buçuk nisbetinde de hanenin, eskimek suretiyle re’sü’l-mâlinden (sermayesinden) tenezzül husûle gelebileceği için süknâ bedelinin yetmiş beş liraya veyahut fâiz bedelinin yüzde yedi buçuğa terakki etmesi, insanın kendi malı olan bir hanede oturmak neşvesine (mutluluğuna) karşı göze görünmese bile buna bir de sigorta ücreti olarak yüzde bir buçuk daha inzimamıyla (eklenmesiyle) süknâ bedeli doksan liraya yahut fâiz yüzde dokuza çıkarsa cidden şâyân-ı istiksâr bir hale gelir. Çünkü bin liralık bir hanede müste’ciren (kiracı olarak) senevî elli altmış lira ile oturmak daima mümkin iken bu hizmeti doksan liraya gördürmek, kendi evinde oturmakta başka bir zevk-i istirahat hisseden bir âkıl muhâsibin (akıllı muhasebecinin) dahi işine gelmez. İşte bu, beğenmediğimiz sigorta ücret-i seneviyesidir (senelik ücretidir) ki kirada gezmekle kendi evinde oturmak arasındaki muvâzeneyi kat’î bir surette ihlal ederek ilelebed müste’cir (sonsuza dek kiracı) kalmak tarafına bir rüchân-ı kat’î ve iktisâdî (ekonomik ve kesin bir üstünlük) kazandırır. Ve ahâlide emlâk sahibi olmak hevesini kesreder (kırar).[6]
Bir de bir tek hanesini sigorta etmekle tehlikeyi üzerinden atan adamın iktisaden mutazarrır olacağı (zarar görmüş olacağı) kabul edilmese bile bin hanenin tehlikesini üzerine alan ve bu yüzden para kazanan kumpanya memlekete yabancı olduğu takdirde kumpanyanın kazanmakta ve memleketin zarar etmekte olduğu artık şüphe götürmez.
Mâba’di (sonrası) var.
Mustafa Sabri
[1] Bu makaleleri, muhterem âlimlerimize hayır dualar edilmesi, kıymetli ilimlerinin mestur kalmaması, Osmanlı’ya hayırlı bir halef olmanın gereği, hakikati çok uzaklarda değil yakınında aramanın lüzumu gibi hususlardan dolayı peyderpey latinize ederek bu şekilde yayınlama arzusu ve niyetindeyim. Ve minallâhittevfiki ve’l-hidâye.
[2] Makalenin yayın tarihi ve kaynak bilgisi şu şekildedir: 5 Rebiülevvel 1329, 4. Cilt, 100. Sayı, Sayfa: 1-7.
[3] Kumpanya kelimesi, şirket demektir. Osmanlıca metindeki bu kelime “Kompanya” veya “Kumpanya” şeklinde okunabilir. O dönem ve sonraki dönemlerde genel teamülde “kumpanya” kelimesi kullanıldığı için metni latinize ederken “kumpanya” şeklinde okunuşunu baz aldım. Bu kelimenin aslı İngilizce’deki “company” kelimesi olup şirket manasındadır. Mustafa Sabri Efendi, Türkçeye yeni giren bu kelimeyi Türkçe telaffuzla “kumpanya” diye okumuş ve yazmıştır. Zaman içinde bu kelime, şirketler reklamlarla özdeşleştiğinden dolayı “kampanya” halini olarak Türkçede farklı bir mana ile kullanılır hale gelmiştir. Fakat makalede ilk ve orijinal hali ile kullanılmıştır.
[4] Devir ve teselsül, teknik iki tabirdir. Devir kavramını, “Hz. Peygamber Allah’ın elçisidir. Çünkü Kur’an öyle diyor. Kur’an, Allah’ın kelamıdır. Çünkü Hz. Peygamber öyle söylüyor” şeklindeki bir cümle içinde görebiliriz. Teselsül ise, zincirleme bir yapıyı ifade eder. En arkadaki vagonu öndeki vagon çeker, o vagonu onun önündeki diğer vagon çeker… şeklinde bir zincirleme temsil ile teselsül anlatılır. Bu zincirleme yapı kendisi başkalarını çeken fakat kendisi çekilmeyen bir güç merkezini kabul ederek sonlandırılmak zorundadır. Bu güç merkezi, lokomotiftir. Temsildeki yangın sigortası mevzuunda da lokomotif güç, Mustafa Sabri Efendi’nin net olarak gösterdiği üzere, binaların yanmama ihtimalinin güçlü olmasıdır. Yanmama ihtimalinin kuvveti, sigorta şirketinin kurulmasına ve kâr ederek devam etmesine izin verecek derecede büyüktür. Bu net durum göstermektedir ki, sigorta şirketleri insanların korku damarından beslenerek hayatta kalmaktadırlar. Bir sülük gibi…
[5] Vâhime, insanın bir duyusu olup vehim gücü olarak çevrilebilir. Bu güç, aynen hayal gücü gibi insan aklının eline verilmiş İlâhî bir alettir. Vehim gücünün yüzü, gelecek zamana dönüktür. Daima, en kötü ve olumsuz ihtimali insana gösterir. Bu yönüyle insandaki korku ve endişelerin kaynağını teşkil eder. Hayatı muhafaza için verilmiş olan bu âlet, bazı karakterlerde çok güçlü olmasıyla hayatı zindan haline getirir. Sigorta şirketleri, insanın vehim duyusunun bu etkin yapısından istifade ederek kurulup gelişmektedirler.
[6] Mustafa Sabri Efendi, burada zahiren faizle paranın çoğaltılmasını destekler gibi görünüyor. Fakat hakikatte hem insanın kaybetmeme arzusunun yol açacağı ekonomik etkiyi anlatıyor, hem sigorta şirketlerinin yararlandığı ana damar olan “faiz” e işaret ediyor. Mustafa Sabri Efendi, insandaki kaybetmeme arzusu, ev sahibi olup her yıl eskimekle eriyen bir sermaye sahibi olmaktansa ebediyen kirada oturup kaybetmemeyi insana tercih ettirir. Ayrıca sigorta şirketleri sigorta ettikleri mallara gelmesi muhtemel zarar ihtimalinin azlığından ve gerçekleşmemesinden istifade ettikleri gibi sigorta bedeli olarak aldıkları ücreti faize yatırarak faiz gelirinden de istifade ediyorlar, demek istiyor. Hâl-i hazırda gördüğümüz üzere… Bu konuya dair güncel bir numune için bakınız: https://sigortastrateji.com/strateji/sigortacilar-neden-hep-kazanir/
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.