Mustafa AKCA
Postmodernizmi konuşmak
“İnsan her şeyin ölçüsüdür; her bir şey bana nasıl görünüyorsa benim için böyledir, sana nasıl görünüyorsa senin için de öyle.”
Protagoras (1)
İç bulantısı, göz karartısı ve kaynağı belirsiz bir sıkıntı halindeyken kendini kâh oraya kâh buraya atan; ne yaptığının ne de söylediğinin farkında olmayan insanın içinde bulunduğu hâl “postmodern durumu” karakterize edebilen bir ruh hâlidir. Modernizme karşı çıkıyormuş gibi yapıp, bunu niye yaptığını bir türlü doğru ve yetkin bir şekilde ortaya koyamayan postmodernizm; Docherty’nin dediği gibi “hayaletimsi” haliyle bazen semantikten bazen pragmatikten dem vurmaktan kaçınmaz. Postmodernizmden bahsedebilmek için, esasında, öncelikle hangi tür postmodernizm diye sormamız gerekecektir. Anlamını kullanıldığı bağlamdan alan bu hayalet, çoğunlukla modern düşünce ve pratiğin eleştirisine yeltenmiş gurebânın söylencesinden dünyalarımıza teşrif etmiştir. Bu gurebânın bir disiplin olgunluğuna erişememiş yaklaşımları, postmodernizmi sadece kendi anlayış ve terminolojileri ile sınırlı kılan anlayışları; postmodern düşünceyi gerçek bir –izm şekline dönüşmekten alıkoymaktadır. Bu sebeple, genelleştirilebilir bir postmodern düşünce tarzından daha çok bir postmodern durumdan söz etmek daha doğru olacaktır.
Bu “sözde durum”un köklerini Nietzche’den Dadaizm’e; hatta St. Augustinus’un İtirafları’na kadar dayandıranlar olsa da; ana teması modern olanı eleştirmek ve ona karşı çıkmak olarak düşünüldüğünde, postmodern durumun 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinden başladığını söylemek daha doğru olacaktır. Aydınlanma ile oluşan entelektüel yapının bizi hümanist, seküler, demokratik, bilimsel akla dayanan, ilerlemeci ve insan merkezli bir ideolojik tutuma getirmesinden hemen sonra Birinci ve İkinci Dünya Savaşının var olan modern yapının temellerini sarsması; bunalım yıllarının, sahip olduğumuz ve inandığımız her şeyi tehdit eden bir canavara dönüşmesine sebep olacaktır. Artık bir tepki ve kopuş devrinin başladığını; değişimin bozunmuş bir şekline, parçalanmış bir karakterin debelenişine şahit oluyoruz demektir. Foucault’un dediği gibi hiyerarşi ve sistemin yerini artık anarşinin alması beklenmelidir. Nazizm, soykırım, açlık, savaş ve toplama kamplarının yaygın ve etkin şekilde ortaya çıktığı 20. yüzyılın ilk yarısında modernizmin öngördüğü bütün hümanist, ilerlemeci, bilimi ve aklı kutsallaştırıcı önermeler hayli örselenmiştir. Postmodernizm işte tam da bu bağlamın sözcüsü olmak isteyen yeni bir durum olarak ortaya çıkıvermiştir. Başkaldırının ve eleştirinin kutsandığı bir durum olarak postmodenliğin salt yıkıcı olduğu, evrensel olanı inkâr etmesi ve yerel olanın tesis edilmesini öngörmesiyle bir aşırı-durumu ortaya çıkardığı; dolayısıyla da herhangi bir sosyolojik, etik, ekonomik veya politik yapı oluşturamayacağı düşüncesinde olanların hayli fazla olduğu gözden kaçırılmayacak bir durumdur.
Ancak 1970’li yıllarda külliyat oluşturabilmiş bir düşünce olarak postmodernizmin temel öngörüsü nesnel bilgi ve doğruluğun, evrensel düşünce ve felsefelerin yadsınmasıdır. Artık eklektik bir durumdan, bireycilikten, yapıntı ve rastlantısal olandan, anarşi ve parçalılıktan söz etmek daha doğru olacaktır. S. Akbar Ahmed’in dediği gibi postmodern çağda artık Fransız parfümleri kullanılır, Marks & Spencer’dan giyinilir, hem rap hem reggae dinlenir, öğle yemeğinde Mc Donalds’da hamburger akşam yemeğinde bir Bangladeş lokantasında Hind Tandurisi yenilir (2). “Akla veda!” diyen, “Herşey olur” argümanıyla bilimsel akılcılığa karşı çıkan Feyerabend’in açtığı postmodern yolun ne olursa gider tarzı, Yaman Örs’ün tabiriyle “Zırvalama Özgürlüğü”nün kapılarını açmıştır (3).
Toynbee’nin 1875’ten itibaren Batı Uygarlığının girdiği iç karartıcı bir tarih kesiti olarak gördüğü postmodern dönem Lyotard’dan Derrida’ya, Foucault’dan Barthes’e, Baudrillard’dan Rorty’ye kadar pek çok modernizm karşıtı filozofun zihin jimnastikleriyle heyulâdan heykele dönüşmeye başlamıştır. Varoluşçuluktan Nihilizme değin birçok felsefenin bu dönüşüme katkıda bulundukları rahatlıkla gözlemlenir. Postmodernizm, adeta, modern yapıyı aşmaya çabalayan teorisyenlerin ortak paydası haline gelmiştir. Postmodernizm bazılarına göre anti-modern bir hareket, bazıları için modernizmin devamı, kimilerine bakılırsa Batı uygarlığının reddi, Kapitalizmin yeni aşaması ya da Marksizm ile Kapitalizmin kabuk değiştirmeye çabalayan yeni bir yüzüdür. Bazı düşünürler içinse sadece “yaşanan bir durum”dur.
Özünde akılcılığa, bilginin ve değerin evrenselliğine, hümanizme, sekülarizme, toplum mühendisliğine, nesnelciliğe, epistemolojik ve ontolojik temelciliğe karşı çıkmanın yeni adıdır Postmodernizm. Gerçekliğin ve doğruluğun kültüre, dile ve özneye bağlı olduğu savunulur. Gerçeklik, bizim dışımızda duran, bizden ayrı, bize bahşedilmiş bir nesne değildir. Gerçeklik, hakikati halde ihtiyaçların, ilgi ve önyargılarımızın ve içinde yaşadığımız kültürel yapının önümüze koyduğu durumlar sonucunda, bizzat bizim tarafımızdan biçimlendirilir. Doğruyu yanlış olandan ayırabilecek gerçek bir kıstas bulunmadığından varsayımsal olarak her düşüncenin doğru olduğu kabul edilmelidir. Gerçeklik, göreli bir şekilde birey tarafından devamlı bir surette yeniden ve yine yeniden üretilir. Bu bağlamda, Feyerabend’in dediği gibi “bilimsel yöntem diye bir şey yoktur”. Nesnel bilginin ve bilimsel yöntemin keskin bir şekilde reddedilmesi; tecrübenin, dinin, inancın, zevkin, millîlik gibi kimi sosyolojik kavramların nesiller ve toplumlar arası aktarılmasının; dolayısıyla genelde bilimsel metodolojinin (yöntem bilimin) daha dar çerçevede ise eğitim biliminin mümkün olmamasını getirir. Bu haliyle insanlığın artık genelgeçer doğrular üretmesi mümkün olmayacak; tipik bir insanlık tarifi ortaya konulamayacaktır.
Genelgeçer bir insanlık tarifinin, evrensel bir insan imgesinin oluşturulamayışının postmodern benlik algısıyla derin bir ilişkisi vardır. Rorty, benliği tarif ve tavsif için evrensel bir ölçütün bulunmadığını söyler. Modern insanın kendilik algısı, temelde determinist bir tarzda din, kültür, bilim ve diğer olgular tarafından baskıcı bir şekilde oluşturulur. Öç alma ve utanma gibi çok özel duyguların bile çeşitli toplumlarda ve çeşitli zamanlarda aynı şekilde ortaya çıkmayışı, evrensel bir benlikten söz edilemeyeceğini gösterir.
Modernizmin özellikle “beyaz ırk”ın ürettiği bir olgu olduğu gözden kaçmayacak bir durumdur. Modernliğin en önemli vurgularından biri olan “evrensellik”in, postmodern algıya göre, beyaz ırkın diğer ırklar üzerinde oluşturduğu küresel baskının ve değer dayatımının bir aracı olduğu söylenir. Bu aynı zamanda kadının erkeğin güdümüne teslim edilişini de resmeder. Çünkü modern felsefe ve bilim, çok yoğun şekilde erkek algısı tarafından gerçekleştirilmiş bir durumdur. Modernizmin evrensellik ilkesi, modern olmayan toplumları ve modern toplumlarda oluşmuş muhalif kesimleri modernliğin değerlerini benimsemeye zorlamakla kalmaz, böylece sömürgeciliğin devamını da temin etmiş olur. Postmodern durumun buna karşı ortaya koyduğu bir olgu olarak “yerellik”; çok kültürlülük, hoşgörü, insana insan olduğu için saygı duyma, farklılıkları gelişme ve değişmenin bir aracı olarak görme gibi kimi hususları içeren yapısıyla postmodernizmin omurgasını oluşturan prensiplerdendir. Fakat yerel unsurun böylesi bir tarzda öne çıkarılması, ciddi sorunları da getirecektir. Dünyanın çoğu yerinde yaygın şekilde devam eden insan kurban etme, çeşitli şekillerde insan öldürme gibi yerel ve geleneksel kültürün sapkın yanlarının devamı mümkün olacaktır. Ayrıca, dünyanın zengin kesiminin yine zengin, yoksul kesiminin yine yoksul olarak kalmasına; gelişme, değişim ve eğitimin yaygınlaştırılamamasına sebep olacağı da söylenebilecektir. Bir diğer husus, yerellik unsurunun, güvenilir bir süzgeçten geçmeleri mümkün olamayacak pek çok alışkanlık, mit ve efsane ile oluşturulmuş olmasıdır. Böylece, insanlığın asırlar boyu ortaya koyduğu yanlış olsun doğru olsun tüm değerlerinin yetkisiz ve işe yaramaz bir konuma getirilmesi Postmodern durumun yerellik unsurunu öne çıkarmasıyla mümkün hale gelebilmektedir. Geri kalmışlığı, vahşeti ve bedeviyeti kutsamanın ve bir kader olarak insanlara bunlara dayatmanın yerellik olgusuyla sıkı bir ilişkisi vardır.
Yerellik önkabulünün bizi toplumun genel bir yapıya büründürülmesi için yapılan çalışmaları da yadsımaya zorlayacağı açıktır. Sosyolojik yönden düzenleyici olacak bir çalışmanın varabileceği en uç nokta evrensel boyuta ulaşmak olacaktır. Adeta tek bir siyasal düzene, tek bir ekonomik yapıya, tek bir yöntembilime, tek tip yaşayan insan yığınlarına ulaşması beklenen modern toplumun bu mühendislik projesi; iki dünya savaşı ve yaşanan bunalımlar sonucunda postmodernizmin yerelliğe yaptığı vurguyla büyüsünü yitirmiş gibi görülmektedir. Comte ve Saint Simon’dan beri devam eden toplum mühendisliğinin hümanizme dayanan yapısı, Austwich’de Yahudilerin ve dünya savaşlarında ne için öldüğünü bilmeyen insanlığın düştüğü “dramatik” durum, “sert modernizm”in insanlığı nereye sürükleyebileceğini göstermiştir. Modernist paradigma, özellikle toplum mühendisliğinin geldiği bu vahim sonuç sebebiyle derin bir yara almıştır. Postmodern durum için bu yaranın derinleşmesi hali de denilebilir.
Modern toplum mühendisliğinin tekil bir toplum yapısını gerçekleştirme aracı olarak kullanılmasına karşı çıkan postmodernizm için çoğulculuku tesis etmeye çalışmak başka bir gerekliliktir. Modern sosyolojinin toplumları alt-üst kültürler gibi; ilkel, klasik ve modern toplumlar gibi, geri kalmış, gelişmekte olan, gelişmiş ülkeler gibi sınıflandırmasına karşı çıkan postmodernizm için bütün toplumlar, böylesi bir sınıflandırmaya tabi tutulmakla aşağılanmakta; çoğulculuğun getireceği fırsatlar insanlığın elinden alınmaktadır. Tektipleştirme dinamizmi yok eden yapısıyla insanlığı mahkûm etmektedir. Tarihi yapan, insanlığın bütünüdür ve tekil bir toplum oluşturmak tarihin sonunu getirecektir.
Postmodernizmin snopluğa varan bir yaklaşımı yorumsamacılıktır ki, metnin kendisinin bir anlamı yoktur, her metin anlamlandırıldığı sürece ve şekilce vardır denilir. Metnin anlamı ne metindedir, ne de metnin yazıldığı bağlamdadır; hatta metnin yazarında bile değildir. Anlam, okumayı gerçekleştiren özne tarafından oluşturulur. Söyleyeni ve söyleneni, söylenmek ve aktarılmak isteneni yok sayan, önemsizleştiren yapısıyla bu yaklaşım, metni, beyaz kâğıt üzerindeki mürekkep lekesi olarak gören ve bunun hakkında konuşması istenen, Rorşah testine tabi tutulmuş bir bireyin yapacağı yoruma mahkûm kılmaktadır. Todorov veya Stanley Fish gibi postmodernlere benzer şekilde söyleyecek olursak metnin anlamı her şey ya da hiçbir şeydir. Bu öyle bir düşüncedir ki, metnin bütününü görmezden gelip önce paragrafa, sonra cümleye, sonrasında kelime ve işaretlere; nihayetinde de harflere indirgenmek durumunda kalınacak olan metnin anlamı; farazi bir sıfır noktasında kaybolacaktır. Çünkü metni yazanı ve metnin bağlamını kurgulayanı görmezsek, o zaman adeta şans üzere yan yana gelmiş işaretlerden bizim çıkaracağımız bir yeni-okuma ortaya çıkacaktır ki; bu metin yeni bir metindir. Metnin yazarından ve bağlamından, hatta yazıldığı anda var olan kültürel yapıdan ayrı tutulması; metinde olmayanın metnin içine katılmasını da getirecektir. Bu, iletişimi neredeyse olanakdışılığa iten ve her şeyi her anlamı taşıyabilir duruma sokan bir yaklaşım olacak; böylece metnin “yabancılaştırılması”yla karşı karşıya kalacağımız bir durum oluşacaktır.
Metnin bu hale getirilmesine benzer bir şekilde, postmodernizmin gerçeklik algısını da değiştirdiği görülür. Gerçeklik algısının zamana ve toplumlara göre değişim göstererek evrildiği; bilginin ne dışsal ne de evrensel bir yön taşımadığı, gerçekliğe ilişkin kesin denilecek bir bilginin bulunmadığı postmodern anlayışın temel kabullerindendir. Evrende değişmez hakikatler yoktur. Akıl, mutlak bir hakikati zaman ve zemine göre değiştirerek işe yarar konuma getirir. Birileri için geçerli ve doğru olan, birileri için önemsiz ve temelsiz olabilir. Modernizmin Newtonyen gerçeklik algısı etrafında ürettiği her bir şeyin Einstein’cı gerçeklik algısıyla yer değiştirmeye başladığı yakın zamanlar, postmodern durumun baş gösterdiği hengâmeyi de içine alır. İzafiyet Teorisi’nin ve çekirdek fiziğinin zaman ve mekân algımızı değiştirdiği şu durumda, modernist bakışın hükmünü kaybetmeye başlaması; Modernliğin hükümsüzleşmeye yüz tuttuğu zamanda da postmodernizmin uçarı fikirler ortaya atması kaçınılmazdır.
Ortaçağın tanrı merkezli düşünce yapısını Rönesans ile insan merkezli hale dönüştüren modernizmin karşısına, postmodern düşünce odak ya da merkez kavramını önemsizleştirerek çıkar. Gerçek, ne tanrı ne de insan unsuruna göre değil, tamamen olumsallıklara göre, kendiliğinden ortaya çıkar. Çok merkezlilik, esasında yerellik, çoğulculuk, görecelilik gibi postmodern anlayışın çeşitli unsurlarıyla uyumluluk gösterir. İnsanı merkez kabul eden modern anlayışı reddeden postmodern duruş, aklın yerine inanç, özlem ve duyguları yerleştirmeye çabalar. Buradaki ‘inanç’ı özellikle tek tanrılı dinlerdeki ‘iman’ kavramından ayırmak gerekir. İlginç bir şekilde ortaya çıkan durum; tanrı odaklı düşüncelerin tekrar popülerlik kazanmasıdır. Başlangıçta teistik olmayan bir metafizik form taşıyan postmodern durumun, zamanla dini unsurların işine yarar bir işlevsellik arz etmesi dikkate değer bir hal almıştır.
Bir odak ya da merkez kavramından uzak duran postmodern duruşun en önemli savının, herhalde, “varlık, bilgi ve değerin dayandığı sarsılmaz bir temel yoktur” önkabulü olduğu söylenebilir. Bilgiyi ve bilimi yadsıyan ve temelsizleştiren bu durumun, varlığı da sadece bir perspektif olarak ele aldığı söylenebilir. Kuşku, postmodernizmin yedeğinde gezdirdiği ve her türlü aksiyomun reddine kolaylık sağlayan önemli bir araçtır. Varlığı yadsıyarak varlık hakkında yargıda bulunmak postmodern snopluğun ilginç bir davranış şeklidir. Temelciliğin insan düşüncesine ve varlık bilincine zemin oluşturan yapısının “kuşku” kavramının devamlı surette bir araç olarak kullanılmasıyla bozulması, nihilizmin hayatımıza teşrifine yol açar. Varlık’ın kuşku batağına sürüklenmesinin yol açtığı “psikolojik sarsıntı”ya benzer şekilde “bilgi” üretiminin omurgası sayılabilecek ‘aksiyom’ kavramının da kuşkuya yenik düşmesi; belirli kuralları esas alarak geliştirilen bilim kollarının da işlevsizleştirilmesini netice verecektir. Görüleceği üzere, yaşamın insanoğlu için “anlamlı bir hayat” olabilmesini sağlayan tüm aksiyomların temelsiz bir hale getirilmesi postmodern durumun karakterindendir.
Yerellik, çok kültürlülük, temelsizlik, sürekli değişim ve görelilik gibi unsurlar üzerine oturan postmodernizmin; insanlığa genelgeçer kurallar sunan evrensel boyutta dönüştürme ve düzenleme araçlarına, Lyotard’ın deyişiyle “meta-anlatılar”a karşı çıkması kaçınılmazdır. Büyük ya da üst anlatılar yerine, insanlık, her biri kendi kültüründe üretilmiş ve yerellik damgası taşıyan küçük ya da mahalli anlatılarla yetinmeyi bilmelidir. Tektipleşmeye karşı çıkmanın en etkili yollarından birisi, yerel olanın ürettiği organik hikâyelerdir.
Evrenin hakiminin Tanrı olduğu düşüncesini temel paradigma olarak alan Hıristiyanlık, Musevilik, İslamlık gibi meta-anlatılardan tutun “sınıf çekişmesi” argümanına dayanan Marksizm’e; Rasyonelliği esas alan Aydınlanma Düşüncesi’nden nesnelliği öne çıkartan Pozitivizm’e değin bütün büyük anlatıların kuşkuyla karşılanması gerektiğini dayatan Postmodernizm için “bütün büyük felsefi sistemler ölmüştür”. Evrensel düzeye ulaşmış kültürler iflas etmiştir. Evrensellik iddiası taşıyan her bir disiplin, totaliter ve baskıcı yapılarıyla insanlığı tehdit etmektedir. Postmodern düşünce bütün bu evrensel disiplinleri geçmişin büyücülük, falcılık ya da ilkel paganizminden farklı görmeyen bir yapı arz etmektedir.
Çoğu durumda modernizme “alternatif” olmayı değil, onu işlevsizleştirmeyi esas alan bu “kuşku döneminde”, postmodernizmin insanlığın büyük destanlar yaratan ve bu günlere gelinmesini sağlayan devrimci karakterlerini tarihe gömen yapısı, adeta tarihin sonunun gelişini haber verir. Fukuyama’nın tarih nehrinin sonuna gelindiğini söyleşi tam da postmodern durumla eşzamanlık arz eder. Postmodern durumun yaygınlaşabilmesinin önündeki engelin “çağdaş –ya da modern- doğa bilimleri” olduğu söylenir. Fukuyama’nın da dediği gibi “çağdaş doğa bilimleri bitmedikçe tarih de sona ermez”.
(1) Protagoras ( M.Ö. 481 - M.Ö. 420). Objektif anlamda geçerli bir bilginin olmadığı, yani genel geçer bir doğrunun olamayacağı önermesi sofist felsefenin genel düşüncesidir ve Protagoras bunu, Heraklitos'un „her şey değişir“ sözünden hareketle kanıtlar. Bundan Protagoras, eğer her şey değişiyorsa hiçbir şey kesin anlamda belirli bir şey olamaz sonucunu çıkarır. Dolayısıyla belirli bir bilginin herkes için aynı anlamda bir kesinlik taşıması ve doğru olması sözkonusu olamaz.
(2) S. Ahmed Akbar, Postmodernizm ve İslam, Cep/düşün Yay. İstanbul 1995
(3) Yaman Örs, Postmodern Zırvalama Özgürlüğü, Bilim ve Gelecek Dergisi sayı 42, 1997
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.